Evvel zaman içinde diye başlayan tonlarca hikâye anlatılır bizlere daha küçük yaşlardan itibaren. Çeşitli dersler çıkartmamız beklenir bu hikayelerden; Kül Kedisi, Kurbağa Prens, Pamuk Prenses.. Ana karakterler gibi güzel insanlar olursak bizim de hikâyemiz mutlu sonla biteceği düşüncesi yerleşir beynimize. Sonraları bizler büyüdükçe hikâyeler de büyür ve değişir. Ama bu sefer iyi, ahlaklı karakterler toplumun istediği gibi olan, topluma körü körüne ayak uydurandır. Toplumun kurallarından dışarıya çıkanların sonlarının pek hayırlı olmayacağı mesajı verilmeye çalışılır bizlere. Romeo & Juliet de bunlardan bir tanesi sanırım.
Romeo Montague ve Juliet Capulet birbirine düşman iki ailenin çocukları. Nefretin tam ortasında yasak bir aşk.. Birbirlerine âşık oldukları o ilk dakikalarda bunun farkında bile değillerdir. Ya ailelerinin kurduğu bu düzene ayak uyduracaklar ve birbirlerini bir daha görmeyecekler, ya da kendi seçtikleri yolda ilerleyecekler ve aşkları uğruna ailelerine karşı çıkmayı göze alacaklar. Olaylar geliştikçe yaşamak istedikleri aşk ellerinde çıkar gider ve yaşadıkları toplumun birer oyuncağı olarak çaresizce birbirlerine kavuşmak için çırpınıp dururlar. Ve birleştikleri son yer ölüm yatağı olur.
Yaklaşık 500 sene önce yazılmış bir hikâye değil mi? Ama günümüzde benzerlerine rastlamak mümkün. Binlerce uyarlamasını görebiliriz içinde yaşadığımız toplumda. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin seneler önce yazılmış dramlardan tek farkı gerçek olmaları belki de.
Toplum. Bir ikilem. Bütünleşmemizi mi sağlıyor yoksa köleleştiriyor mu bizi? Anlamış değilim. Ama birer parçası olarak ona ayak uydursak da uydurmasak da mutsuzuz bunu biliyorum. Kendi isteklerimizi elde edemiyoruz. Toplumun şekillendirdiği kalıplara girmezsek dışlanıyoruz, yadırganıyoruz. Ön yargılar yüzünden kendimiz gibi davranamıyoruz. İnsanlar ne der, ne düşünür, ayıplarlar mı? Bu tarz kaygılar içinde bir gün bitiyor ve diğerine uyanıyoruz. Etiketlenmekten korktukça, toplumun eskiz defterine çiziktirilmiş birer figürandan başkası olamıyoruz. Romeo ve Juliet gibi çırpınırken son buluyor hayatlarımız. Ne istediğimiz hayatı yaşayabiliyoruz, ne de toplumun istediği kişi olabiliyoruz. Aralarda kayboluyoruz sadece.
Bizi biz olduğumuz için seven insanlarla değil de, bizi onların istediği gibi yaşadığımız sürece seven insanlarla dolu hayatlarımız. Buna izin verdikçe ne kendi hayatımızda ne de sevdiklerimizin hayatlarında birer fark oluşturabiliyoruz. Duvardaki diğer bir tuğlaya dönüşüyoruz ve yapabileceğimiz en iyi şey daha iyi bir tuğla olmak için kıçımızı yırtmak oluyor.
Peki ne için? Neyin uğruna? Vazgeçtiğimiz onca hayal kimi mutlu etmek için?