28 Kasım 2012 Çarşamba

Another Brick In The Wall - Part II

Günlerdir okul üniformaları hakkında tartışılıyor. Özellikle de sosyal ortamda insanlar fakir ailelerden gelen öğrencilerin haklarını aramaya başladılar. Konu şekil olunca her zamanki gibi şekilci insanlar ortaya atılmaya başladı; "Yazık değil mi fakir ailelerin çocuklarına?" Daha bu uygulama başlamadan öğrencileri ikiye ayırmaya başladılar; fakirler ve zenginler. Bu ülkenin aşması gereken en önemli şeylerden birisi bu; Şekilcilik. Saçımız, sakalımız, kılığımız ve kıyafetimiz. Bu ön yargıları yıkmamız lazım, tabi ki de insana insan olduğu için değer verilmeyen bir ülkede konu çocukların kıyafetleri olunca ortalık karışıyor. Ama bence bu cahil zihniyeti bir kenara bırakıp bu durumun öğrencilere nelere katacağına bakmak lazım.

Toplum olarak o kadar baskı kuruyoruz ki öğrenciler üzerinde, üniversiteye başlayana kadar kendi kişiliğini bulamıyor çoğu genç. Kişiliğini bulup yansıtabileceği tek yer belki de kendi kendine oluşturacağı tarzı. Belki saçlarını uzatmak istiyor ve kendini bu şekilde ifade edebilecek, belki saçını kapatmak istiyor ve kendi dinini gerçekten bu şekilde yaşayabilecek. Ama üniformalar buna fırsat vermiyor. Kendin olamadığın bir üniformanın içerisinde ezile büzüle okumaya çalışıyorsun işte, ne kadar başarabilirsen. Üniversiteye geldiğinde de ne yapacağını bilmeyen, kendini bulamamış, henüz keşfedememiş, sudan çıkmış balık gibi oluyorsun. 18 yaşındasın ve daha nasıl giyinmen gerektiğini de bilmiyorsun, televizyonda beyaz gömlekli takım elbiseli delikanlılar var, bir yandan da çevrende değişik değişik birçok insan. Hangisi olman gerektiği hakkında hiçbir fikrin yok. Sen daha hayata 18'inde başlıyorsun ve henüz kendin bile olamamışsın adam gibi. Giyinmeyi bilmiyorsun. Bu çok berbat bir durum.

Ayrıca bu üniformalar ailelere pahalıya patlıyor. Hangimiz o üniformaları dışarıda da giyebildik ki? Dolabımızın bir köşesine atıldı hep. Çocuklar çabuk büyüyen canavarlar ayrıca. Üniforma alınamadığı için kolları kısa gelen veya başka birinden alınmış üzerine 2 beden büyük gelen eğreti bir ceketle okula gitmek pek de hoş olmasa gerek?

Toplumdaki ayrımcılığın temel sebebi bu üniformalar değil mi zaten? Öğrenci olduğunuz için dışarıda ezildiğinizi adam yerine koyulmadığınızı hatırlamıyor musunuz hiç? Hem şunu hiç düşündünüz mü? Her okulun kendine özgü bir üniforması var. Fen Lisesi'ne giden bir öğrenci ile Meslek Lisesi'ne giden bir öğrecinin yan yana geldiğini düşünsenize? Meslek Lisesine giden birey üzerinde oluşan baskıyı, insanların ona geleceği olmayan tembel biriymiş gibi davranmalarını. Bunlar her gün olan şeyler. Düşünsenize yıllar boyunca üzerinizde o etiketi taşıdığınızı? Belki de üniformaların olmayışı bu tarz davranışların yok olmasına yardımcı olabilir ve Galatasaray'da mı yoksa devlet okulunda mı okuduğuna göre adam yerine koyulmaz insanlar.

İnsanlar bu değişimi sadece 'fakirlik ve zenginlik' konusu olarak algılıyorlar, tek bir boyutu yok bu işin. Lisede fakir olan öğrenci üniversitede değil mi? Hayata atıldığında bu farkı göremiyor mu birey? Kaldığım yurtta bu durumu kaldıramayıp intihar eden bir öğrenci hatırlıyorum. Geriye bıraktığı mektupta çevresindeki insanlar gibi bir yaşam süremediğini, fakir olmayı kaldıramadığını yazan bir öğrenci. Gerçekten fakir olması mı bu intihara sebep olan yoksa toplum olarak kılığı kıyafeti, saçı sakalı o kadar büyük farklılıklar olarak gören ve birbirimizi yadırgayan bizler mi? Gelir seviyesi ne olursa olsun eşit şekilde eğitim verilen bir sistemde yetişmiş olsaydı bu birey belki de bugün hala hayatta olacaktı. Çünkü güzel ülkemde şekilcilik zihniyeti çoktan aşılmış olacaktı. Hem ülkeyi soyup soğana çevirenler takım elbiselerin içine saklananlar değil mi? Bırakın da gelecek nesil bunları aşmış olarak yetişsin. Belki o zaman güzel ülkemde birşeyler gerçekten değişir.

👊🏿 #wall #write #quote #pinkfloyd #anotherbrickinthewall #song #history #music 🎧

A photo posted by giulia (@giuliasfriso) on



Kanser

Gözlerimi açtığımda kendimi hastanede buldum. Buraya nasıl gelmiştim? Burası neresi? Daha da önemlisi neden buradaydım? Hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim ayaklarımı oynatamadığım. Dışarıda deli gibi yağmur yağıyordu. Hava kararmak üzere. Odayı aydınlatan tek şey çakan şimşeklerin ışığıydı. Saatler sonra yanıma bir hemşire geldi, ama konuşamıyordum. Benim uyandığımı gördüğünde yanı başımdaki cihazları kurcaladı, koşa koşa odadan çıktı. Sonra bir grup doktor başıma toplandı. Sürekli olarak bir şeyleri kontrol ediyorlar, kendi dillerinde bir şeyler konuşuyorlardı. sanırım onlar da benim kadar şaşkındı burada oluşuma. Bir süre sonra etrafımdaki telaş duruldu, ama ben hala konuşamıyordum. Ayaklarımı da oynatamıyordum. Tek yapabildiğim aptal aptal etrafı seyretmekti.

O sırada kapıda belirdi herkes; annem, babam ve kız kardeşim. Annem gözleri yaşlı bir şekilde ölümden dönmüşçesine bana sıkı sıkı sarıldı, babam her zamanki gibi duygularını dışarıya vuramadan yanı başımda duruyordu, ara sıra başımı okşamakla yetindi. Bu onun kendince sevgisini gösterme yoluydu. Kız kardeşim hüngür hüngür ağlıyordu, bir taraftan gözyaşlarını sildikçe yerlerini yenileri alıyordu. Hıçkırıklara boğulup tanrıya teşekkür edercesine beni seyrediyordu. Eşimi aradı gözlerim, Selin’i. Oğlumuz neredeydi?

Bir süre sonra doktor geldi yanımıza, babamı dışarıya çağırdı, ona bir şeyler açıkladı. Babam başını yere öyle bir eğdi ki, doktorun sözlerinden sonra başını kaldırmaya gücü yetmemişti sanki. Yer çekimine yenik düşmüş bir şekilde birkaç dakika konuştular, daha doğrusu doktor konuştu babam sadece başıyla onayladı olanları.
Hala bir anlam veremiyordum, neden burada olduğumu da hatırlamıyordum. Sesim çıkmadığı için de kimseye soramıyordum. Etrafımdaki koşuşturmaca beni çok yordu, uykuya dalıyordum yavaş yavaş tekrar uyanamamaktan korkarak. Saatler sonra uyandım yine, kız kardeşim köşedeki koltukta kıvrılmış her zamanki masumluğuyla uyuyordu. Etrafımdaki aletler gitmiş ve beni başka bir odaya almışlardı bile. Dünkü fırtına dinmişti. Sakin bir sonbahar sabahıydı pencereden görünen sadece.

Biraz daha iyiydim bugün. Kendi kendime yatakta doğrulmaya çalıştı, ayaklarımı kıpırdatamıyordum. Bir trafik kazası geçirmiş olmalıyım. Ama hiçbir şey hatırlamıyordum, hiçbir şey. Yine saatler aktı gitti boş bir şekilde, hemşire kahvaltımı getirdi. Kardeşim sakince yemeğimi yedirdi. Bir yandan da bana dün geceyi anlattı. Geç saate kadar annemle babam buradaymış. Onları zar zor ikna etmiş gitmeye, doktorlar bugün birkaç tahlil yapacaklarmış. İyi olmama herkes seviniyormuş. Sessizce dinledim tüm bunları, uslu bir çocuk gibi yemeğimi de yedim. Ama sorular sormanın zaman gelmişti. Neden buradaydım ben? Selin nerde?

Bir isteğim olup olmadığını sordu, çaresizce gözlerine baktım. Halimden anlayıp kağıt kalem getirdi bana. Ezik büzük “bana ne oldu” yazabildim. Parmaklarımı oynatamıyordum resmen. Küflenmişlerdi. Birkaç güzel sözcükle geçiştirmeye çalıştı beni ama sonra yine bakışlarım yenik düşüp anlatmaya başladı her şeyi.

Saatler yine akmıştı, başım yanda tüm olanları kız kardeşimin yorumuyla dinlemiştim. Hatırlayamadığım tüm hatıralar bir filmi izler gibi gözlerimin önünden akıp geçmişti. Hava yeniden kararmaya başlamıştı bile. Artık kalbimin attığını da hissedemiyordum.

7 sene önce bu hastalığa yakalanmıştım. İçimde giderek büyüyen bu kanserle savaşmak için başlarda çaba göstermiştim, her gün olumlu düşünerek bu hastalıktan kurtulabileceğimi sanmıştım. Ama şu anki halimden bu hastalık sorumluydu. Konuşamıyordum, ayaklarımı hissedemiyordum ve en önemlisi ruhumdan hiçbir şey kalmamıştı geriye.

Hayatımdaki her şeyi alan bu hastalığın ilk belirdiği günü hatırlıyorum, ruhumdaki küçük kitleyi. Selin’in tek bir gülümsemesiyle içimde büyümeye başlayan kanseri. İşten erken çıkıp bir demet çiçek almıştım. Selin’e sürpriz yapmak istiyordum. Çalıştığı yerin önünde iş arkadaşı Mert ile sigara içip bir şeyler konuşuyorlardı. Yanlarına gitmedim, İleriden sessizce onları izledim ve o sırada Selin’in gülümsemesini gördüm, Mert’e bakışını. O ufacık bakıştı işte ruhumda beliren kitle. Eve gelene kadar sessizce Selin’i takip ettim. O akşam pek bir şey yiyemedim sofrada. Selin benim için endişelenmişti, işler yoğun deyip kestirip attım. Sessizdim tüm akşam, Selin de üzerime gelmedi. Ufaklığı yatırdıktan sonra yatağa yanıma geldi, sarıldığında ellerinin soğukluğundan başka bir şey hissedemedim. Gün doğduğunda hala gözümü kırpmamıştım.

Ertesin gün iş çıkışına tekrar gittim. Sonraki gün bir daha. Zamanla rutin haline gelmişti bu durum. Hemen hergün onları orada sigara içerken izledim. Bir yandan Selin’in telefonları kurcalıyordum. O işteyken olmayacak zamanlarda arayıp nerde olduğunu soruyordum. İşkillenmiştim bir kere.

Aradan birkaç ay geçmişti. Mert’ten bir e-posta Selin’e. Kız kardeşinin düşününe çağırıyordu. Düğün tarihini bir kenara not ettim. Selin bu davetten hiç bahsetmedi. Düğün’ün olacağı gün annesine gideceğini söyledi. Ben ufaklıkla evde kalmıştım. Hastalık içimde büyümüş, ufak ağrılar acıya dönüşmeye başlamıştı. O gece kırk defa Selin’i arayıp ufaklığı bahane ettim;

“Anane diye tutturdu yine bu, bir versene telefona konuşsun anneannesiyle”
Yerimde duramıyordum. Zaman geçtikçe dışarı çıktığı her durumdan işkillenmeye
başladım.

Ve 6 sene 3 ay önce bugün. Hastalık tüm ruhumu kaplamıştı artık. Selin kız kardeşime gitmişti. Ama onun yanındaydı, Mertle birlikteydi. Bunu biliyordum. Kanıtlayamasam da içimde hissediyordum. Bu düşünce tüm benliğimi sarmıştı. Kanser tüm ruhuma sahip olmuştu artık! Tüm gece bunu düşünerek içmiştim. Deli gibi sarhoştum. Bu gece onları basacaktım, en sonunda yakalayacaktım. Kapıyı Tekmeliyordum resmen. Kardeşim kapıyı açtı. Onu duvara doğru itip evi arayama başladım. Bizim ufaklık oyuncaklarıyla oynuyordu, Selin mutfaktaydı. “Nerde o?” diye bağırıyordum. Deli gibi odadan odaya atlıyordum, kimi aradığımı bile bilmiyorlardı aslında. Selin kolumdan tutmaya çalıştı, onu da duvara ittim. Ufaklık ağlıyordu. Yatak odasını, gardıropları tek tek aradım. Yatağın altına bile baktım. Evin her yerini aradım. Selin ve kız kardeşim anlam vermeye çalışıyorlardı olanlara. Ama ruhumdaki yangın bitmemişti. Selini ve ufaklığı zorla oradan çıkarttım. Apar topar arabaya bindirdim.

Buraya kadar her şeyi hatırlıyordum. Ama kazayı ne kadar istesem de hatırlayamadım. Süratle karşıdan gelen kamyonun altına girmiştim. Selin ve ufaklık oradan çıkamadılar. Bense bu dipsiz uykudan yarım bir şekilde uyanmıştım.

Kanserin yayıldığı tüm bölgeler benden alınmıştı, ve ruhum yoktu artık benim.

Sefa KIRLI

Idea Art Magazine / Kasım 2012





10 Şubat 2012 Cuma

Ölürken Yaşamak

Ölmek isterken farkına vardı yanında ayakta duran küçük kızı. 20lerinde güzel bir kızdı. Elinde küçük bir defter taşıyordu. Muhtemelen rugan ayakkabıları ve hoş bir elbisesi vardı, öyledir ya filmlerde. Kız ona bakmıyordu. Gözleri uzaklara dalmış gün batımını izliyordu. Angela filminden bir alıntı gibiydi o an. Ölmek için bile bir sebebi kalmamış bir adamla, yanında onunla beraber uzaklara bakan küçük bir kız. Paris’te Pont Alexandre III köprüsünde birer heykelcik gibi durdular dakikalarca. Konuşmaya gerek var mıydı?

Tam 40 yaşındaydı adam. Uzun bir hayat geçirmişti kendince. Kız hayatı yeni öğreniyordu, adamsa çoktan geride bırakmıştı. Dakikalar geçti, korkuyordu kıza bir şeyler sormaya. Bekledi sadece. Bekledi. Kafasından binlerce cümle geçiyordu, dudaklarındaysa hiçlik hakimdi. Aşık olmuştu kıza. Gözleri uzaklara bakan bu çocuğa. Ama hayatında belki de ilk defa o bir anı paylaşıyordu başka bir insanla ve korkuyordu kelimelerle bozmaya. Bu an karşısında ölüm sonsuza dek bekleyebilirdi. Yalnız olmamak ne güzel bir duyguymuş. Anlatılamaz. Keşke eve gidip bu anı hevesle anlatacağı birleri olsaydı. Herhangi birileri. Ama zaten hayatında birileri olsa, bu an o kadar güzel gelmezdi.

Kız bir şarkı mırıldanmaya başladı. Second Life Replay, The Soundtrack of Our Lives grubuna ait bir parça. Sözleri tekrarladıkça daha da uzaklara daldı gözleri. Başka bir diyarda, başka bir hayata bakıyordu.

Hala tek kelime çıkmamıştı ağzından. Kravatını gevşetti biraz. Nefes almanın güzelliğini fark etti. Gözleri doldu kızı dinlerken. Sözleri düşündü.

"but somewhere i'll survive
to make you feel alive
so you could all reload
your dreams and all your hopes"

"Ama bir yerlerde hayatta kalacağım
Yaşadığını hissetmen için
Böylece yeniden yükleyebilirsin
Hayallerini ve Umutlarını"


Yağmur atıştırmaya başladı. Ama kız hala ona bakmıyordu bile. Gözleri uzaklarda takılı kalmıştı. Kelimeler ağzından dökülmüyordu. Dakikalar geçmiyordu. Şarkı bitmiyordu. Altlarından akıp giden sular, gözyaşları ve atan kalpleri dışında zaman durmuştu. Hem de öyle bir durmuştu ki, özlemeye başlamıştı. Nefes almak istiyordu. O kızla tanışmak, konuşmak ve sözcükler sarf edip kalbini kazanmak. Ama yeniden korkmaya başladı. Ya giderse, ya bu fırsatı da kaçırırsa hayatından. Tedirginleşmeye başladı. Her an her şeyin olmasından korktu. Acele etmeliydi, biran önce bir adım atmalıydı.

"Lütfen" dedi kız.

Sanki aklından geçenleri okurcasına. Haklıydı. Bu yüzden yalnız kalmamış mıydı zaten. Hayatı hep yakalaması gereken bir tren olarak görmüştü. Ve kovalamıştı. Kovaladıkça kaçırmış, kaçırdıkça yorulmuştu. Ve buraya gelmişti. Kurtulmak için acılarından. Belki de kovalamamak lazımdı. Beklemeliydi. Büyük bir aşkla. Yanına gelip şarkı söyleyeceği günü beklemeliydi. Saatler, günler veya yıllar alsa bile bu. Düşündü sonra, yaşadığı kırk yıla değerdi şu dakikalar. Cebinden iki dal sigara çıkarttı. Yaktı ikisini de kıza uzattı birini. Kız yanına oturdu. Başını usulca omzuna yasladı, saçları aşağıya doğru aktı. Zaman durmaya devam etti. Tüm dünya öldü birden onlar orada yaşlandılar. Koca bir ömrü yaşadılar. Öyle doydular ki hayata. Sessizce izlediler ufku.

Savaşlar devam ediyordu. Aşklar, doğumlar ve ölümler. İngiltere’de bir yerlerde boynunu ipe geçiriyordu bir kadın. Ortadoğu’da kadın olmakla meşguldü bir genç kız. Kanada’da evinin önündeki karları temizliyordu hayata yeni atılmış bir delikanlı. Köpekler havlıyordu birbirlerine. Uzak diyarlarda hastalıktan ölüyordu bazıları. Aşklar meyve veriyordu içilen votkalarda, savaşlar devam ediyordu. Şubat akşamıydı sanırım. Fark etmiyordu. Rusya’da devrilenler konuşuluyordu, Amerika’da ayağa kalkanlar. Bir doktor aşı yapıyordu Afrikalı bir çocuğa. Bir çocuk ağlıyordu hamburgerinde turşu sevmediği için.

Paris’te Pont Alexandre III köprüsünde birer heykelcik gibi durdular dakikalarca. Hayata inat ettiler. Adam anlamıştı her şeyi. Umutlarınız tükendiğinde ve her şeyden vazgeçtiğinizde hayata dönüp bakıyorsunuz ve kendi cilveli edasıyla yaşlı bir orospu gibi devam ediyor dünya dönmeye. Siz dünya’yı izliyorsunuz, o sizden habersiz. Ve vazgeçtiğinizde sahip olmak istediklerinizi görüyorsunuz. Bir kız yaslanıyor omzunuza, birer sigara yakıyorsunuz. Dünya dönüyor. Siz yaşamaya sebep ararken aslında bir sebebe ihtiyacınız olmadığını keşfediyorsunuz. Bir nedeni olması gerekmiyor. Yaşamayı seviyorsunuz. Buraya neden geldiğinizi unutuyorsunuz. Bir nefes daha çekip sigaranızdan ufka bakmaya devam ediyorsunuz.

Angel-a

 2005)

Director:

 

Writer:

 

30 Ocak 2012 Pazartesi

Bal

Şu an tabu oynasak sizlerle, ve elinizdeki kartta yazan kelime “şans” olsa.. Acaba hangi 4 kelime yasak olurdu “şans” için..Benim ilk dördümü yazayım size..

Şans
• Aşk
• Para
• Kumar
• İnsanlar


Şansa inanmaktansa ihtimaller üzerine oynamayı seçeriz. Yüksek ihtimallerle paçayı yırtacağız ya hani. Aşkı, en güzelinden taş gibi olanından isteriz. Sonuçta kazanmak değerli olanı elde etmek sanılır. Karıştırılır. Ama o değeri biçen biz değilizdir. Saçma bir “Alacakaranlık” filmden öğrenilmiştir aşk. O yüzden sanılır ki, nerde uslu durmayan bi bok var oraya gönlünü kondurur insan! Sonrada neden pislik çıktı diye ağlar ve bu içinde hissettiğin acıyı aşkının büyüklüğü sanır. Bozuk bir kasetten gelen yanık arabesk bir parça misali. Filmlerde “star”lar oynar, peki neden yağlı koca göbeği olan yüzü sivilcelerle dolu insanlar oynamıyor bu filmlerde? Düşün bakalım..

Zar tutamazsınız aşkta, o yüzden kuralları yoktur.

Para eşittir mutluluk.
Haksız mıyım?
Evet.
Çünkü değer biçtiğimiz yargıların ne ölçüde bizi tatmin edip etmediğidir para, bunlardan mutluluk beklemekse aptallıktır. Aldığınız yeni kazak sizi mutlu etmez, ama tatmin edebilir. İçinizdeki güzel giyinme arzusunu bastırır. Burada da insanlar yüksek oranlara oynarlar, yastık altına konur, bankada birikir, veya altına yatırılır. Para bir araçtır. Tatmin olmanızın aracı, açlığımızı bastırmanın aracı, rahat yaşamanızın aracı… Peki şansla alakası ne? Anadan babadan zengin doğmak mı? Hayır tabi ki. Para sadece güzel yaşamanızın şansını arttırabilir.

Mutluluğun parayla alakalı olmadığını fark edebilecek kadar şanslısınızdır umarım.

Kumar deyince aklınıza para geliyorsa, emin olun bundan bahsetmeye niyetim yok. Hayatın içindeki kumardan bahsediyorum. Düşünsenize her gün yazı tura atıyoruz ve seçimler yapıyoruz. Bazen oranlar yükseliyor ve bir çift zar gibi 36’da 1 ihtimalle oynuyoruz. Seçimler, getirdikleri ve götürdükleri. Kazanmak ve kaybetmek varsa işin içinde bu kumardır benim için. Ve ballı bebe olmanız lazım kazanabilmek için. Oranlar ne olursa olsun.

Unutmayın, bazen düşeş kulağa hoş gelse bile size lazım olan yek atmanızdır.

En sevdiğim. İnsanlar. Durun bi saniye, bir şarkı açmam lazım. Kurban’dan. İnsanlar. Aşk, para, kumar ve şans. Aslında bu tabu oyununda anlatmak istediğimiz ve bir türlü anlatamadığımız lanet kelime bu olmalı. Ve şansa en çok ihtiyacınız olan konu da bu. Çevrelendiğimiz insanların paraya verdikleri değer değil midir üzerlerindeki etikette yazan fiyatları? Aşık olduğunuz insanın buna değer olabilme ihtimalini sevmiyor muyuz? Her gün kumar oynamıyor muyuz insanlarla? Artık ihtimallerin oranını siz hesaplayın. Ufak bir adımla bile yere yuvarlanıp kafamızı ya da kalbimizi kırabilirken bu dünyada.. Kendimizi daha şanslı ya da şanssız hissedebileceğimiz başka bir konu var mı?

Tamam 6 yüzü olan zarlarla alakalıdır şans, ama belki de karşınızdaki insanın kaç yüzü olduğuyla daha alakalıdır..

Şu an tabu oynasak sizlerle, ve elinizdeki kartlarda yazan kelimeler “aşk”, “para”, “kumar” ve “insanlar” olsa.. Acaba hangi kelime için yasak olurdu “şans”..

Teşekkürler Hande..



一個小幸運 🙆🏻💕 #小瓢兒 #lucky #蟲類最可愛其他都超噁

A photo posted by 守屋幸慈 (@dolly_shouwu0623) on

25 Ocak 2012 Çarşamba

Popo

Note: Az sonra okuyacağınız yazıda aşırı derece KIÇ kelimesi kullanılmıştır. Lütfen küçük çocuklarınızı benim gibi terbiyesiz adamın yazılarından uzak tutunuz!


👏👏👏

A photo posted by Trisha Paytas memes (@trishapaytasmemes) on



Kıçını yırtmak! Bir işi becerebilmek için kıçını yırtana kadar uğraşmak! Karşındaki insana laf anlatmak için kıçını yırtmak! Yeni alacağın telefon için kıçını yırtmak! Yazın görmek istediğin güzel yerlere gidebileceğin tatili hak etmek için kıçını yırtmak! Hoşlandığın kıza kendini fark ettirebilmek için kıçını yırtmak! Fark edince kendini anlatmak için kıçını yırtmak! Sevgili olmak için kıçını yırtmak! Sevgiline doğruyu ve yanlışı öğretebilmek için kıçını yırtmak! Bir işe girebilmek için kıçını yırtmak! Gerekiyorsa yırtılmamış yumuşak kıçları öpmek! Para kazanmak için kıçını yırtmak! Kazandığın parayla kendine bi hayat kurmak için kıçını yırtmak! Komşularına gürültü yapmamayı öğretmek için kıçını yırtmak! Yolda yürürken yanındaki kız arkadaşlarına öküz öküz bakan abazayı öldürmemek için kıçını yırtmak! Senin yerine dayıları sayesinde bir yerlere gelen insanların beyinlerine ‘torpil’ sokup öldürmemek için kıçını yırtmak! Yırtılan kıçını dikmek için kıçını yırtmak!

Evet, beynim patlamak üzere şu an ve daha sonra yırtılan kıçımdan akıp gidecek!

Değer mi peki?
a) Değmez.
b) Değer.


Sizin cevabınız ne bilmiyorum ama birçok şey için değmediğini görüyorum! Peki bu durumda ne yapacağım? Güzel bi fikrim var! Sizlere de tavsiye ediyorum!

Öncelikle uğruna kıçınızı yırttığınız her şeyi bir güzel listeleyin.. Daha sonra o listeyi iki loba ayırın!

Sağ LOB - Uğrunda Kıçımı Yırtmaya Değecekler: Sol LOB - Uğrunda Kıçımı Yırtmaya Değmeyecekler:

Ve ardından DEĞMEZ dediğiniz her şey için kıçınızı yırtmayı bırakın! Aynen sigarayı bırakır gibi! Hayat 4S kuralıyla işliyor ve bazen insanlara ‘Ne halin varsa gör, seninle daha fazla uğraşamam’ demek en güzeli.. Beyin bedava! En azından kıçınızın bir hiç uğruna yırtıldığını görmekten daha iyi!

An itibariyle DEĞER dediğim şeyler için kıçımı yırtmaya devam edeceğin.. Geri kalanlar mı? Çoktan s#ktiri çektim bile onlara! Ve şu an kıçımla gülüyorum hallerine.. (:

Mae West gerçekten haklıymış.
"Hayata bir kere geliyorsun, ama doğru şekilde yaşarsan bir yeter de artar bile"

21 Ocak 2012 Cumartesi

Çorba @#$%^&*

Güzel bi gitar solosu değildir hayatın bize çaldığı her zaman! Hatta inatla o en sevmediğimiz şarkı çalar ve koşup kaçamazsınız oradan! İşte tam da böyle bi anda o hoparlörlerin patlaması için içinizden dua edersiniz bir yandan hayata küfrederken!

Kulaklarınız patasın istersiniz ama patlamaz! Ölmek de çare etmez!

Nedense hep özenmişimdir yalanlarla yaşayan insanlara! Keşke kendimi kandırabilecek kadar aptal olsaydım ben de.. Ama değilim, gözlerimi çevirsem de kalbim biliyor neyin ne olduğunu! Katlanamıyorum bu uykusuzluğa! Keşke gözlerimdeki gerçeklere çektiğim gibi kalbimdeki yalanlara da mil çekebilsem!

Olmuyor!

Küfür etmek istiyorum sokağa çıkıp! Hayatımda canımı sıkan en ufak böceğe dahi, küfür etmek! Bazı insanların kafalarına kazıkla çakmak istiyorum gerçekleri! Çünkü başka türlü anlatamayacağım bazı şeyleri.. Düşünce özgürlüğüne ayıp olur mu yapsam böyle bir şey? Al işte, çelişmeye başladım kendimle.. bir yanda aptal olmayı seçmek isterken, diğer yanda hayatımdaki aptalların beyinlerine kazık sokmak istiyorum!

Delirmek istiyorum!

Deliriyorum da! Ve bunu seviyorum, çünkü akıllı olmak akıl karı değil bu devirde! Aptalların dünyasında uslu durmak aptallık!

Kapa gözlerini şimdi!

Gör beni göreyim seni değil artık devrimiz! Görmediğiniz kadar seviliyorsunuz, gün geldiğinde insanlar da sizin yalanlarınızı, yüksek topuklardaki alçak kişiliğinizi görmemezlikten geliyor ve ödeşiyorsunuz! Alın size eşitlik!

Şimdi açın gözlerinizi! Dibe vurun önce ama harbiden sıçın batırın hayatınızdaki her şeyi, sonra özgür kalın! Kır zincirlerini!

Çorba olsun bu yazının adı, bi bok anlayanınız olursa da haber etsin!


Kayıp.. / lost..

A photo posted by @huseyintaskin on