21 Ekim 2009 Çarşamba

Prens Kurbağa

“Zamanın birinde, çok uzak bir krallıkta, güzel bir prenses yaşar. Güzel prenses sarayın bahçesinde altından yapılmış topuyla oynarken, topunu kör karanlık bir kuyuya düşürür. Kuyunun başında çaresizce ağlarken, yanına küçük çirkin bir kurbağa yaklaşır. Kurbağa o kadar iğrençtir ki prenses korkar ama yerinden kıpırdayamaz. Kurbağa sakin bir şekilde prensese neler olduğunu sorar. Çaresizlik içinde olanları anlatmaya koyu lur güzel prenses. Kurbağa prensesin altın topunu çıkarabileceğini ancak karşılığında prensesin de onun için birşeyler yapması gerektiğini söyler. Prenses o kadar çaresizdir ki karşılığında ne yapacağını bile düşünmeden kabul eder kurbağanın dediklerini. Kurbağa hemen kuyuya dalar ve çıkarır prensesin ışıl ışıl parlayan topunu. Prensese şartları söyler; prenses kendisiyle birlikte bir gece yemek yiyecek, aynı gece onunla birlikte uyuyacak ve sabah olunca da kendisini öpecektir. Bunları duyan prenses şaşkındır, ama bunları yapmayacağını söyleyerek arkadasını döner ve topuna kavuştuğu için mutlu bir şekilde saraya doğru koşar. Koşarken arkadan kurbağanın yalvarmalarını duyar, içi hafifçe cız etse de aldırmadan koşmaya devam eder. Tam sarayın kapısından içeri girecekken Kralla burun buruna gelir. Bu arada zavallı kurbağacık da nefes nefese saraya doğru koşmaktadır. Kral prensese neler olduğunu sorar, ancak prenses cevap veremeden kurbağa tüm olanları bir çırpıda anlatır. O şefkatli, sevecen Kral birdenbire sinirlenir ve sevgili kızına bağırmaya başlar. Verdiği sözleri tutması gerektiğini, aksi takdirde onu bir daha saraya kabul etmeyeceğini söyler. Zavallı prenses de mecburen o iğrenç kurbağayı eline alır, odasına götürür. O gece Kral, Prenses ve kurbağa birlikte yemek yerler. Sonra prenses kurbağayı odasına alır ve o gece aynı yatakta uyurlar. Sabah olunca da iğrenerek ve korkarak da olsa kurbağayı öper. Tam o sırada beklenmedik bir şeyler olur. O iğrenç, kötü kokulu kurbağa gitmiş, yerine çok yakışıklı bir prens gelmiştir. Prenses karşısındaki bu adamın güzelliği karşısında öylece kalakalır ve hiçbir şey söyleyemez. Prens yumuşacık sesiyle prensese hikayesini anlatır. Aslında büyük bir krallığın sahibiyken kötü bir cadı tarafından kurbağaya dönüştürülmüştür. Büyünün bozulmasının tek yolu ise güzel bir prensesin onu öpmesidir. Kulaklarına inanamayan prenses koşa koşa gidip bunları Krala anlatır. Ertesi gün genç çift çok güzel bir törenle evlenirler, ve sonsuza dek mutlu yaşarlar....."

Birçok kez hiç istemediğimiz, hayatta olmaz dediğimiz insanlar çıkar karşımıza. İstemeye istemeye, olmayacağını bile bile gider yemek yeriz, gece olduğunda onunla uyuruz ve sabah iğrenerek de olsa öperiz onu. Ve karşımızda bir prens veya prenses belirir. Ama bunun tam tersi de olur. Hayatta bazen karşımıza bir prens veya prenses çıkar. İlk görüşte severiz onu, memnuniyetle onunla yemek yer, gece onunla beraber uyamak için can atar ve sabah uyandığımızda onu büyük bir arzuyla öperiz. Ve o anda şunu görürüz ki ilk görüşte çarpıldığımız o prens veya prenses bir kurbağaya dönüşmüş.

Hayat bize çocukken anlatılan hikayelerde gizliymis meğer. Kimi zaman bir kurbağa çıkar karşımıza kimi zaman bir prenses. Ama denemeden hiçbir zaman bilemeyiz hikayenin sonunda kimin güzel prensese kimin iğrenç kurbağaya dönüşeceğini. Üzerimize aldığımız bir gömlek için bile onca zaman harcarken ve defalarca denerken, hayatımıza girecek doğru insanı bulabilmek için acaba kaç tane daha kurbağa öpmemiz gerekli kim bilir? Denemeden bilemeyiz, o kurbağayı öpmeden büyüyü bozamayız..



6 Ağustos 2009 Perşembe

Kavanoz

           Belli dönemlerde hepimiz hayatımızda boşluklar hissederiz. O boşlukları nasıl dolduracağımızı, ne yapacağımızı bilemeyiz ya da nereye gideceğimizi, hangi otobüse bineceğimizi. Hayatın akşının farkına bile varmayız. Karnımız acıktığında atıştırmak gibi, hayallerimizin yerini başka uğraşlarla doldurmaya başlarız ve geçiştiririz açlığımızı. Başka koşuşturmacaların peşinde kayboluruz. Kayboldukça boşluklar artar.

            Ve sonrasında okuduğumuz bir kitap, dinlediğimiz bir şarkı, gittiğimiz bir mekan, tanıştığımız yeni insanlar, izlediğimiz bir film ama şanslıysak bir dost çıkagelir karşımıza ve kaçırdığımız o büyük noktayı gösterir bize. Tüm içtenliğiyle.

            İşte hayatımın böyle bir anında çıkageldi bir dostum. Ve size anlatacağım şu hikayeyi anlattı bana.

            Günün birinde bir profesör sınıfa bir kavanoz getirir. Sessizce bir kutudan 5 cm çapında büyük taşlar çıkartır, kavanozu onlarla doldurur ağzına kadar ve sorar; “Kavanoz doldu mu?” Öğrenciler “evet hocam doldu” diye yanıtlarlar. Profesör kutudan çakıl taşları dökmeye başlar kavanoza, biraz sallar kavanozu, tabiki büyük taşlardan arda kalan aralıklara dolar çakıl taşları. Profesör tekrar sorar; “Kavanoz doldu mu?” “Bu sefer doldu” derler öğrenciler. Bu defa kum dökmeye başlar bizim hoca. Ağzına kadar dolmuştur kavanoz. Öğrenciler dolduğundan emindirler artık. *Ama iki fincan kahveyi boşaltıverir profesör. Ve der ki; “Bu kavanoz şimdi doldu.”

           Hayatımızda büyük taşlar vardır. Ailemiz, eşimiz, sağlığımız, dostlarımız ve sevdiklerimiz gibi en çok değer verdiklerimizdir. Olmazsa olmazlarımızdır. Hayatımız sadece bunlarla bile dolu olacaktır. Ardından çakıl taşları gelir. İşimiz, okulumuz, evimiz gibi. Yerleri öyle ya da böyle başka şeylerle doldurulabilecek şeylerdir. Tüm bunların arasındaki yeri hayatımıza renk katan ve tat veren küçük kum taneleri alır. Kaçırmamamız gereken nokta ise hayatımızdaki her şeyin bir öncelik sırası var. Ve kavanozu hangi sırayla doldurmaya çalıştığımız çok önemli. Önce çakıl taşlarıyla yahut kumla doldurmaya çalışırsak hayatımızı, o kavanoz asla dolmaz. Bizim için değerli olan büyük taşlar için yer kalmaz hayatımızda. Ve onların bırakacağı büyük boşlukları daha fazla kum taneleriyle kapatmaya çalışırız. Ne kadar başarabilirsek. Zamanımızı ve gücümüzü küçük kum taneleri için harcamış oluruz. O yüzden dikkat etmek lazım taşları yerlerine oturturken. Hacim söz konusu. Önceliklerimizi iyi belirlemeliyiz. Değer verdiğimiz taşları olması gerektiği yere koymalıyız.

            Ama unutmayın, tüm bunların sonunda hayatımızda her zaman dostlarımızla paylaşacağımız birer fincan kahveye yer vardır.

            Teşekkürler her zaman orada olup bana bu tür hikayeler anlattığın için.. İyi ki varsın..

* Bu hikayenin bir başka uyarlamasını okudum internetten. Profesör kumla doldurduktan sonra kavanozu, bir öğrenci ayağa kalkar, çantasından bir şişe bira çıkartıp kavanoza boşaltır ve şöyle der; “Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman bir şişe biraya yer vardır.” (:

16 Haziran 2009 Salı

Hayat ve Satranç




            Birbirine çok benzer bu ikisi, Hayat ve Satranç. Hem de hayal edemeyeceğiniz kadar çok benzerler. İki oyunun da karakterleri farklı rütbelerdedir ve oyuna farklı yerlerden başlarlar. İkisi de siyah ve beyazdan ibarettir. İkisinde de bitirmek üzere oynarsın oyunu. Yapılan seçimler vardır. İleriyi görebilmek çok önemlidir. Böylece seçimlerini çok daha iyi yapabilirsin. Birikim gerektirir ikisi de. Bir plana her zaman ihtiyacın vardır. Zaman ilerledikçe piyon gibi küçük şeylerin değeri anlaşılır. Ve piyonlar vezir olabilirler. Kaybettiklerimiz kazandıklarımızdan daha çok şey öğretirler bizlere.  İkisinde de feda etmek gerekir. Bazen boşuna feda ettiğini de anlarsın. Ve oyunun sonuna geldiğinde şahlar da piyonlar da, güçlüler de güçsüzler de, kazananlar da kaybedenler de aynı kutuya koyulur.

            Belki çok iyi biliyorsunuz belki de bilmediğinizi düşünürsünüz. Belki bir sürü stratejiniz planlarınız vardır. Ama en önemli noktayı unutmamak lazım; kime karsı oynadığınız.

            Nice oyunlar oynamış olabilirsiniz. Onca yenilgiler ve zaferlerin ardından karşınıza öyle biri oturur ki, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Diliniz sürçmeye başlar. Ne kadar tecrübeli olduğunuzun veya oyunu ne kadar iyi bildiğinizin hiç bir önemi yoktur. Karsınızdakinin de hamlelerini hesaplamalı planlarınızı ona göre değiştirmeniz gerekir. Ama yapamazsınız. Bir sonraki hamlenizi bile hesaplayamazsınız. Önce ardına çekilip saklandığınız kalelerinizi yitirmeye başlarsınız. Piyonların dağılmasıyla birlikte ne varsa açıkta kalır ve cesurca savaşmaktan başka seçeneğiniz kalmaz.

            Her bir hamlede karşınızdakinin de taktiklerini öğrenmeye başlarsınız. Giderek daha çekişmeli bir hal alır. Ve zamanla kazanmak ve kaybetmek olgularını yitirirsiniz. Artik sadece onunla birlikte oynadığınız için daha güzel ve tatlı gelir bu oyun. Sonunu asla düşünmezsiniz. Geçirdiğiniz güzel zamandır önemsediğiniz.

            Biraz oturun, birkaç yudum su için ve düşünün. Ölçüp tartın bu dediklerimi. Kendinizle kıyaslayın. Ve sizlere küçük bir sır vereyim. Yukarıdaki gibi değilse yaşadıklarınız sizler sadece sonunda bir kazananın ve bir kaybedenin olduğu bir oyun oynuyorsunuz. Hayat bir oyun değildir. Aşkın bir oyun olduğunu düşünmekse aptalca bir yenilgidir.

#chess #mat #game

A photo posted by Thib François (@thibaudfrcs) on

2 Haziran 2009 Salı

7 Ses ve 1 Sus

Stanley Donwood’s (@stanleydonwood) art has been known to draw viewers in, challenge their preconceived notions of color and shadow, then leave you feeling a bit disjointed though weirdly satisfied. That may be one of the things that makes him a good match for Radiohead. The group has been working with Stanley since 1994. “I think that we both affect each other’s work in some way; it’s almost inevitable if you work with someone else for as long as we have,” says the artist, on his relationship with the band's mysterious and elusive lead singer, Thom Yorke. “I get a lot from his more spontaneous approach to visual art, and when I’m working on Radiohead projects I listen, perhaps too much, to their work in progress and try to see what the record looks like.” Photo by @stanleydonwood

A photo posted by @music (@music) on

Müzikte yedi ses vardır. Boş bir sayfaya farklı zamanlı farklı yedi notanın oluşturduğu ezgiyi yerleştirirsiniz. Ama sadece bu farklı yedi notanın farklı zamanlarla ve sıralarla oluşturduğu kompozisyon yetmez o ezgiyi tamamlamanıza. Bu kadar basit değildir müzik yapmak. Çünkü eksik olan bir şey vardır. Aslında müzikte yedi ses ve bir sus vardır.

Demek istediğim güzel bir ezgide notaların olmadığı yerler de birçok duyguyu anlatır. Eğer doğru yerlere koyarsanız tabi. Resim yaparken fırçanın değmediği yerler de o resmin bir parçasıdır. Kameranın odaklanmadığı, görüntünün akmadığı yerler de o filmin kareleridir. Bazen yazarken yüklemi olmaz cümlelerimizin ve üç nokta anlatır sözcüklere dökemediklerimizi.

Konuşurken de durum aynıdır, sözcüklerimizin arasını sessizlik doldurur. Bu sefer karsımızdaki sorar: “Neden konuşmuyorsun? Neden susuyorsun?” Aslında anlatmaya devam ediyoruzdur, onlar dinlemiyorlardır.

Sustuğumuz zaman çılgına döner karsımızdaki. Şarkıda dediği gibi, kulakları patlar sessizliğimizden. Kafamızın içine girip aklımızdan neler geçiyor öğrenmek ve bu sessizliği yıkıp atmak ister. Korkar çünkü. Sessizliğin üzerini örttüğü tüm sözcüklerden, düşüncelerden korkar.

Ne kadar korkulursa korkulsun cümlelerimizin bir öğesidir sessizlik. Onları tamamlar, birbirine bağlar ve birbirinden ayırır. Doğru kelimeleri bulamadığımızda joker görevi görür. Ama unutmayın, doğru yerlere koyarsanız.

Neden susuyorsun Sefa diye sormayın bir daha. Çünkü sessizlik de benim için bir nota.
Sessizliğin tadını çıkartın.

Monthly Hashtag Project: #MHPmysounds The goal this month is to make images and videos inspired by the sounds you feel most connected to, from the instruments you play to a musician whose style you emulate. This week, guest curators Camille and Kennerly Kitt (@camillekennerly), aka the Harp Twins, picked one of their favorite submissions. “We love that the subject’s instrument is literally an extension of his body in this photo. This photo depicts the way we feel when we play our instrument. Our harps are an extension of us; we reach farther with them than we ever could on our own,” say Camille and Kennerly. Project Rules: Add the #MHPmysounds hashtag only to visuals shared this month and only submit your own. If you include music in your video submissions, only use music to which you own the rights. Any tagged image or video taken this month is eligible to be featured. Photo by @shwhy_

A photo posted by @music (@music) on

24 Mayıs 2009 Pazar

Veda

Bugün okula gittiğimde son sınıfları gördüm. Bazıları kep gitmişti. Hepsinin elinde birer fotoğraf makinesi resim çekilme derdindeydiler. Biraz durup uzaktan seyrettim bu curcunayı. Belli ki eksik kimse kalmasın, herkesle bir resmim olsun diyeydi bu koşuşturmaları. Sevip sevmemeleri önemli değildi, her hocayla bir sınıf resmi olmalıydı ileride dönüp bakabilmek için. Bana gereksiz geldi. Saçma. Çünkü şu soru geldi aklıma; “Neden şimdi?”

Galiba beni rahatsız eden iki nokta var. Birincisi, bırakın tek bir kareyi binlercesi için bile 4 - 5 yıl gayet uzun bir süre. Yıllarca aynı sıralarda oturduğun, aynı sınavlar için günlerce uykusuz kalıp, aynı tatillere sevindiğin sınıf arkadaşlarınla okul bittiğinde dönüp bakabileceğin birkaç tane anın bile yoksa ve bu kaybını okula veda ederken ayaküstü çekilmiş bir resimle geçiştirmeye çalışıyorsan, size ne söylesem boş zaten. Yolunuz açık olsun arkadaşlar.

Beni rahatsız eden diğer nokta ise bu durumun genel bir toplum yanlışı olması. Sahip olduklarımızın değerini onları kaybederken, onlara veda ederken fark ediyoruz. Ve bu geç farkındalık yapmamız gereken ama yapmadığımız, sürekli erteleyip durduğumuz birçok şeyi tetikliyor. Daha zamanımız çokken aklımıza gelmiyor o duygu yüklediğimiz sözcüklerimiz. Karşındakinin boynuna sıkıca sarılıp içinden gelenleri söylemek hep son ana sıkıştırılıveriyor.

Belki okulun ne zaman biteceğini, eve ne zaman döneceğimizi ve tatilin ne kadar süreceğini biliyor olabiliriz. Çünkü zamanı saymaya ve şekillendirmeye çalışan insanoğluyuz sadece. Ama randevu defterimize önceden not düşemeyeceğimiz bir sürü veda ile dolu bir hayat var karsımızda. Ve zaman avuçlarımızdan akıp giden sayısız kum taneleri sadece.

Sefa’nın Eskiz Defteri :: 24 Mayıs 2009

19 Mayıs 2009 Salı

21

21. Hayatın yirmiden sonra başladığına inandığımı göz önüne alırsak, daha başındayım. Bunu tabi ki hiçbirimiz bilemeyiz ama kimse de 23’ünde buralardan gideceğini düşünmez herhalde. Demek ki hayattan beklentilerimiz var ve bunlar için zamana ihtiyacımız var.

Peki ya o kadar zamanım yoksa? Geriye kalan zamanımda gerçekleştiremeyeceğim kadar çok beklentim varsa hayattan? Ne olacak şimdi?

Bir şey olacağı yok tabi ki. Zaman geriye doğru saymaya devam edecek, bense yolumda yürümeye… Çünkü emin olduğum gerçeklerim var. Geriye donup baktığımda pişmanlıklarımdan çok öğrendiklerim var. Kaybettiğimi sandığım savaşlarımdan kazandıklarım var. En önemlisi edindiğim dostlarım var. İçim rahat yani. (:

Bugünü hatırlayanlardan çok, bugüne kadar yanımda olan herkese binlerce teşekkür ederim.

Not: Sizler için bir şarki çalıyorum o zaman. Pentagram – Sonsuz… Sözlerim gerçektir, yüreğim kardeştir her zaman…

Sefa’nın Eskiz Defteri :: 19 Mayıs 2009, Doğum Günüm..

8 Mayıs 2009 Cuma

İçimdeki Çocuk

İçimdeki Çocuk

Hepimizin kendine göre bir felsefesi, düşüncesi vardır. Hayatın bize yol gösterdiğinin farkındayızdır. Bazılarımız bunu içimizden gelen ses olarak adlandırırlar. Ben de öyle düşünenlerdenim. Genellikle seçimlerimizi içimizden gelen o sese göre yaparız. Onun dediği yoldan gider, onun istediği kıyafeti alırız. 5 yıl önce şunları karalamışım bir köşeye;             

“ Herkesin kalbinin derinliklerinde saklı olan birçok şey vardır. Bunlardan bir tanesi ve en değerlisi o gitar çalan küçük çocuk... Onu öylesine korumak isteriz ki yüksek kalın duvarların arkasına gömeriz. İncitilmesin isteriz. Zamanla daha derinlere saklarız. Ve yanılarak onu koruduğumuzu sanırız.”

Yıllar önce duyabilirdim o çocuğun çaldıklarını, bana söylediklerini. Zamanla çevremdeki gürültüde kaybolup gitti kırılgan sesi. O kadar meşguldüm ki etrafımdaki gürültüyle uğraşmakla, unuttum o çocuğu. Duyamadım yıllarca.

Bu aralar çok ihtiyacım var ona, onu dinlemeye. O yüzden rica ediyorum sizden, biraz daha sessiz olur musunuz lütfen?

Sefa’nın Eskiz Defteri :: 8 Mayıs 2009