Birşey farkettim, sınıfımda hala adını bilmediğim bir öğrencim var.. Defalarca sormama rağmen kızın adı aklımda kalmıyor.. kodlamaya çalışıyorum ve yine de unutuyorum bir süre sonra.. Sorun bende miydi acaba, yoksa bazen insanlar aklımızda bile yer edinemiyorlar mı? Çünkü birçok öğrencimin adını daha ilk günden öğrenmeme rağmen o kızın adını hala hatırlayamıyorum..
Farkettim ki, o öğrencim tüm derslerde bir köşeye sinmiş bir şekilde oturuyor. Konuşmuyor, onu derse katmak için uğraşmama rağmen kendini sınıfta görünmez kılmayı başarıyor. 3 ay olmasına rağmen ben de adını öğrenemiyorum..
Aynı durum telefon rehberimde de başıma geldi.. Bazı numaraların kimlere ait olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.. Hoş eski ev arkadaşım gibi sucu'nun numarasısı telefona ''su'' diye kaydedip, sonra da ''kimdi lan bu Su denen hatun'' diye düşünmüyorum ama yine de birçok kişiyi hatırlayamıyorum..
Varmak istediğim nokta şu, kim olursa olsun isimlerin hayatımızda yer edinebilmeleri lazım ki onları hatırlayabilelim.. telefon rehberindeki diğer isimlerden sıyrılabilmeli insan.. Sınıftaki diğer öğrencilerden bir farkın olmalı.. Ve en önemlisi hayatına girdiği insanlar için bir anlam ifade etmeli ki unutulmayalım.. Yoksa isimler silinmese bile, taşıdıkları anlam silinip gidebiliyor zamanla..
Karanlıkta oturmuş bir şeyler okuyorum. Sonra bir hikaye çıkıyor karşıma. Çocukken dinlediğimiz ve anlamadığımız türden bir hikaye. Biz daha çok sonunda ne olduğuyla ilgileniriz ya hani, o yüzdendir filmlerin bi sonu vardır, olay bir yere bağlanır hep. Zaten film olacak kadarı yansır ekrana o hayatlardan. Ama en basit filmleri, en sıradan hikayeleri bile anlayamıyoruz genelde. Bunu biliyorum. Yapamıyoruz.
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yasayan bir fare vardır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece
mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya baslar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki,
"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."
Sen anlamazsın çocuk! Çünkü koca bedeninde bir çocuğun kalbi var hala. Zaman denen büyücü giderek çürütse de etlerini, kalbinde sek sek oynayan küçük bir kız çocuğu var! Çocuk! Saçların giderek ağarsa bile, toplumun giydirdiği kaplan postu ile üstlerine çıksan da merdivenlerin, sen hala çamurlu elleriyle üstü başı kirli, dizleri yara bere içinde küçük bir çocuksun. Büyümeyecek kalbin, değişen sadece yüzündeki çizgiler. Aynaya her baktığında kaybolan ışık değil, cansız bedenin olacak. Daha zamanın var çocuk.
Büyümek hiç iyi bir şey değil, keşke o korkak çocuk kalsan sen de! Ne yaparsa yapsın gözlerindeki o korkuyu alamasa zaman denen büyücü. Ve sonunda seni eski haline döndürse. Ve dese ki; “Sen cesaretsiz ve korkak bir çocuksun! Sende sadece bir çocuğun yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.”
Ve biz bu hikayeyi anlamasak, bizi tek ilgilendiren kısmı sonunda yine çocuk olacağımız olsa. Zamana karsı aptala yatsak, yer mi dersin çocuk? Yeterince korksak, o da pes eder mi büyücü gibi? Ne dersin çocuk? Yatma vakti gelmedi mi?
Genelde dikkat etmez insanlar aldıkları ürünün son kullanma tarihine. Bayat olup olmadığına da bakmazlar, paketin içini de göremezler haliyle. Ayrıca aldıkları ürünün zararlı olup olmadığını da önemsemezler. Bize kaç kalori enerji verecek, yağ oranı ne kadar gibi önemli noktalar da atlanır hep. Etiketin üzerinde yazan fiyattır önemli olan. Cebine uygun mu bakalım? Ya da o ürünün fiyatı senin fiyakana yakışır mı? Bu da kalite konusunun önemsizliğini gösterir; markalara tapılır sadece.
Ne yapsın insanlar?
Genelde dikkat etmez insanlar hayatlarına aldıkları insanların son kullanma tarihine. Bayat olup olmadığına da bakmazlar, paketin içini de göremezler haliyle. Ayrıca hayatlarına aldıkları insanların zararlı olup olmadığını da önemsemezler. Bize kaç kalori mutluluk verecek, içerdiği yalan oranı ne kadar gibi önemli noktalar da atlanır hep. Etiketin üzerinde yazan fiyattır önemli olan. Cebine uygun mu bakalım? Ya da o insanın fiyatı, mevkisi senin fiyakana yakışır mı? Bu da kalite konusunun önemsizliğini gösterir; markalaşmış içinde insan olmayan kıyafetlere tapılır sadece.
Ne yapsın insanlar?
İnsan karnı açken ne yediğini pek düşünmez. Tek derdi karnını doyurmaktır. İnsan kalbi açken kimi sevdiğini pek düşünmez. Tek derdi hayatındaki boşluğu doldurmasıdır. İşte insan bu kadar aç ve yalnızdır çoğu zaman.
The Curious Case of Donerci Uncle Ramiz Dayi from Metu
Not: Şimdiki anlatacağım hikaye gerçek bir yaşam öyküsünden alınmış olup, özel hayata herhangi bir zarar vermemek için Kişi isimler değiştirilmiştir.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Ramiz adında bir genç yaşarmış bu güzel ülkede. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Elektrik ve Elektronik Mühendisliğini kazanmış, daha 18 yaşında. Tüm hayallerini bir valize toplayıp yıllarca yaşadığı küçük ilçesinden, ailesinden ve sevdiklerinden ayrılarak kazandığı okulun yolunu tutmuş bizim Ramiz efendi. İlk senesinde uğraşmış, didinmiş ve okulunun yabancı dili olan İngilizce’nin altından girmiş üstünden çıkmış. Devamında ailesinden gelen parayla kıt kanaat geçinse de, 4 sene boyunca kendi alanı üzerine tüm derslerinden başarıyla geçmiş, üstelik çoğu okulda bu dersler Türkçe anlatılırken, onlar tamamını İngilizce olarak görmüşler. 3.26 gibi (4 üzerinden) güzel de bir not ortalaması varmış.
Bahar aylarının sonunda mezun olmuş okulundan. Eğitim asla bitmez diyerek kep atmamışlar. Elinde ODTÜ Diploması ile okulun kapısından çıkarken aklında bir ton hayal varmış. Böyle güzel bir okuldan, böyle güzel bir başarıyla mezun olduğunda sıra Yüksek Lisans yapmaya gelmiş. Zamanında Akademik Lisans Sınavı olan LES’e girmiş ve çok güzel bir puan almayı başarmış. ÜDS’den de 97 gibi bir puan alarak önündeki tüm engelleri kaldırmış genç Ramiz.
Kendinden o kadar eminmiş ki, tüm yeni hayallerini valizine yüklemiş ve gururla ailesinin yanına dönmüş. Yaz boyunca ne kadar üniversite varsa başvurmuş. Alanında daha da ilerlemek için yapabileceği her şeyi yapmış ve başlamış sonuçların açıklanmasını beklemeye. Bir süre sonra bunu aramışlar kendi okulundan, mülakat’a çağırmışlar. Amcasının oğlunun düğününde giydiği takım elbiseyi bir güzel ütülemiş annesi, güzel bir de kravat almış bizimkisi cep harçlığı ile ve yine düşmüş Ankara yoluna.
Mülakata girmiş tüm o çocuksu heyecanı ile. Tüm soruları da yanıtlamış soğuk soğuk ter dökse de. Komisyondaki tüm hocalar tebrik etmişler onu. Artık eminmiş kazanacağından. İki sene daha okuması her ne kadar ailesine yük olacaksa da, tüm ailesinin geleceğini kurtarabilmek, ileride kız kardeşinin okul parasını çıkartabilmek adına bunları göze almak gerektiğini biliyormuş.
Sonuçların açıklanacağı tarih geldiğinde koşa koşa gitmiş okula, büyük bir heyecanla. Ve görmüş ki, pohpohlanmış sadece bunca zaman. Kendinde çok daha düşük puanı olan YEĞEnler alınmış okula. Hocaların ve tanıdıkların yeğenleri. Sonra bir şirkete başvurmuş. Olmamış o da. Oraya da girememiş, çünkü yokmuş şöyle ta**aklı bir DAYIsı. Sonra baksa okullara, başka şirketlere koşturmuş ODTU diplomasi ile. Orada da aynı. Her yerde aynı.
Kafası atmış bizimkinin bir süre sonra. Önce kendinde aramış suçu, yetersiz miyim acaba demiş. Ama alakası yok. Bilgi desen var, notlar desen gayet başarılı.
O gün anlamış bu işler nasıl işler. Ve çekmiş gitmiş uzaklara. Londra’ya yerleşmiş. Önce üç beş garsonluk işinden sonra, kendi döner dükkanını açmış. Geçmiş ocak başına. Diplomalı dönerci olmuş. Zamanla büyütmüş işlerini. 2 ev almış kendine, birini kiraya vermiş. Kendi alın teriyle hem de. Altına arabasını da çekmiş en güzelinden. Dünya’yı da dolaşmış. Türkiye’de yıllarca çalışıp alamayacağı şeylere sahip olmuş.
O gün bugündür orada yaşıyor Odtü’lü Uncle Ramiz Dayı. 10 sene olmuş. Sağlığı sıhhati yerinde. Kız kardeşini de almış yanına, oralarda en güzel okullarda okutmuş onu da. Bir gelecek kazanmış kız kardeşi de. Çalışmalarının hakkını almış en azından.
Gökten 3 elma düşmüş. Biri DAYIlara, biri YEĞENlere, bir diğerdi bu işlerden pay çıkaran kişilere girmiş. Ramiz gibi, siz gibi ve biz gibilere bir şey kalmamış yine anlayacağınız.
Bu ülkede durumlar böyle oldukça, biz daha çok diplomalı dönerci yetiştiririz. Biz daha çok beyin göçü veririz. Sonra da neden bir milim ilerlemiyor bu ülke diye oturur birbirimizi suçlarız.
Tamam. Belki de çok fazla dikkatinizi çekmeyecek bir konu ama olay tamamen bakış açısında saklı. Çoğu insan yere düşen bozuk paraları almaya tenezzül bile etmez. Marketlerde para üstü ufaklıkları almak için ayıracakları birkaç saniyesi olmayan insanlar bile görmüşüzdür. Hatta sırf "cebinde ağırlık yapmasın" diye dilencilere bozuk para verenler var. Artık büyüdüğümüz için olsa gerek pek fazla önemi yok bozuk paraların hayatımızda. Cebimizdeki ağırlıklar, kurtulmamız gereken fazlalıklar gibi geliyor bize.
.
Ama hani derler ya insan nerden geldiğini unutmamalı diye, şöyle bir düşündüm de küçük bir çocukken hayatımızın önemli birer noktasıydı o bozuk paralar. Çok şeyler öğrenmişiz onlardan.
.
Mesela fırıldak misali en uzun kim çevirecek diye yarışmadınız mı? 3 adet bozuk parayla okul sıralarının üzerinde futbol oynamadınız mı? Ben çok oynadım.Bozuk paralarla oyunlar kurmuşuz. Futbol maçlarında oyuna ilk hangi tarafın başlayacağını belirlemek için yazı tura atardık. Hayattaki şans unsurunu öğretmiş bize o yazı turalar. Daha da eskiye gidersek koşa koşa bakkala gittiğimiz, ve afiyetle yediğimiz dondurmalar, cipsler ve abur cuburların bedeli olan para 5.000 tl ve 2.500 tl'lik bozuk paralar vardı. O yaşta bir çocuğun sahip olabileceği bir hazine. Bisikletimizin tekerini şişirtmek için harcamadık mı bozuk paralarımızı? Para biriktirmeyi, ve abur cuburdan daha büyük şeyler almayı o bozuk paralarla öğrenmedik mi? Kendi çapında micro ekonomi. Saymayı da onlarla öğrendik, hayallerimizi gerçekleştirmeyi de.
.
Unutuyordum bak, ders aralarında en büyük keyiflerden biri bozuk paranın üzerine bir parça kağıt koyarak karalamaktı, sonra o baskıyı kesip kendi çapımızda kalpazanlık yapardık. Çocukluk işte. (:
.
Babamdan öğrendim bozuk paraları biriktirmeyi, kendi çapımda bir koleksiyonumuz var işte. Şu an kardeşim Kıvanç'ın himayesinde olsa da, genişletmeye devam ediyoruz o koleksiyonu.
.
Bozuk para deyip geçmeyin, daha küçük bir çocukken bile bunca şeyi öğrendik onlarda ve hayatımıza farklı farklı şeyler kattı. Onlarla büyüdük bir bakıma. Hayatımızdaki küçük şeylerin bizleri nerelere getirdiğini, bizleri kimlerle tanıştırdığını bilemezsiniz. Kelebek etksi işte. Kim bilir belki de sizleri alıp güzel insanların hayatlarına sokabilir birkaç tane bozuk para.
.
Hayatımızdaki küçük şeylerdir bizleri büyük yapan.
.
İki kapılı bir handa yürüyoruz gündüz gece. Yol o kadar garip bir şey ki, sürekli olarak yol arkadaşlarımız değişiyor. Yollar yaşlı bir çınar ağacının kökleri gibi birbirine geçmiş sanki. Yollarımız kesişiyor ve ayrılıyor. Bazen öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki, tabiri caiz ise bizi kötü yollardan alıp daha iyi olanlara yönlendiriyorlar. Bazıları bize çelme takma çabasındalar. Bazıları bizi takip ediyor, bazen de biz bazılarını. Bazen yolu uzatıyoruz gereksiz yere, bazen kestirmeden gidiyoruz. Kimileri koşturuyor, kimileri aheste.
İşte bir yolculuğun daha sonuna geldik. İzmir’deki ev arkadaşlarımdan ayrıldım, ya da onlar benden ayrıldılar. Yollarımız ayrıldı. Belki yine birleşecek, belki de bir daha asla birleşmeyecek. Bilmiyorum.
Yolculuğun doğal bir sonucu olarak dokunduğumuz hayatlardan bir şeyler kapıyoruz hep. Güzel, çirkin, iyi, kötü, az, çok.. Bu da yolun keyifli kısmı. Ben kimim sorusunun cevabı. Unutmayın çevremizdeki insanlar kadar güzeliz her zaman!
Yolculuğuma bakınca görüyorum da öyle insanlar var ki, eğer onlarla tanışmamış olsaydım şu an nerde olacaktım kim bilir. Ya da benimle tanışmamış olsa onlar nerede olacaklardı. Bunları düşündükçe, yaşadığım her günün mucize olduğuna inanmamak elde değil. En azından bunu görebilecek kadar şanslı olmak, yürümeye değer.
Dönüyor durmuyor dünya. Yürüyorum gündüz gece.
Yanınızda yürüyen insanlara bir bakın, sonra yürüdüğünüz yola. Kendinize “ben burada ne arıyorum?”, “benim burada ne işim var?” diye sorduğunuzda kendinizden emin bir şekilde kendinizi oraya ait hissediyorsanız doğru yoldasınız demektir. Emin adımlarla ilerlemeye devam edin. Eğer aksini hissediyorsanız hemen ışıklardan sonra sola dönün, yürümeye devam edin.
Bu sizin yolculuğunuz. Kaptan sizsiniz.
Defter size iyi yolculuklar diler.
A photo posted by The Big Bang Theory (@thebig_bangtheory) on
Yok arkadaş, ben bu kadın erkek ilişkilerinden bir bok anlamıyorum. Böyle midem bulanıyor, elim ayağıma dolaşıyor. En güzel duygularımı en boktan cümlelerle, en boktan şekilde anlatmaya başlıyorum. Sözcükler ağzından zorla çıkıyor. Gören de silah zoruyla söyletiyor sanacak beni. Terliyorum, üşümeye başlıyorum. Anlayacağınız benim işim değil bu.
The Big Bang Theory’nin bir bölümde* Penny evinde kostüm partisi veriyor. Meşhur Cadılar Bayramı. Her neyse, Penny sarhoş bir şekilde Leonard’ın yanına geliyor, onunla dertleşiyor. Yakınlaşıyorlar, ve Penny Leonard’ı öpüyor. Leonard Penny’e dünden aşık zaten, kızın haberi yok ama şöyle bir dialog geçiyor aralarında;
Leonard: Bu gece ne kadar içtin? Penny: Sanırım…..çok fazla. Leonard: Sarhoş olmanın ve Kurt’e (Penny’nin eski erkek arkadaşı) kızgın olmanın beni öpmenle bir alakası olmadığından emin misin? Penny: Olabilir. Sen cidden zekisin. Leonard: Evet, lanet olası bir dahiyim. Penny: Leonard sen harikasın, neden tüm erkekler senin gibi değil? Leonard: Çünkü eğer tüm erkekler benim gibi olsaydı insan ırkı hayatta kalamazdı.
Ve Penny gider. Shit! Neden böyle olmak zorunda? Bu kızların neden piç erkeklere karşı eğilimi var? İlla fark edilmek için saçma sapan girişimlerde mi bulunmak gerekiyor? İlla "4S" kuralını mı uygulamak lazım?
Sanırım Leonard gibi efendi erkekler pasif kalıyor her zaman. Düşünceli davrandıkça ters tepiyor kızlarda! Yaramaz olanlarla uğraşmak, yoldan çıkmış olanı düzeltmek daha bir cazip geliyor onlara. Örnekleri film olmuş bile, Issız Adam, Kaybedenler Kulubü..vs. Nerde çıkıntı herif var gider ona aşık olur esas kızlar. Sonra da ağızlarının payını alıp otururlar yerlerine. Çıkıntı olan adamla olmayan arasındaki tek fark girişimcilik bence. Cahil insan daha cesurdur her zaman. Önlerine gelen her fırsatı değerlendirebileceklerini düşünürler, her kızı tavlayabileceklerini. Ama aklı başında adam, şöyle bir durur, ölçer ve tartar. Neyi yapıp neyi yapamayacağını hesaplar. Bu arada da lavuğun biri kızı alır götürür.
O zaman burada yanlışı yapan girişimi davranamayan değil de, önüne atlayan adamın paketine aldanıp acele karar veren kız oluyor. Yanlış sebeplerle yanlış insana aşık olduğu yanılgısına kapılan kız. Sevilebilmek, ilgi çekebilmek ve karşısındakini elde edebilmek için bekler, çabalar ve yıpranır. Oysa orada durup, ondan gelecek küçük bir güzelliği bekleyen erkeğin farkında bile değildir. Belki yıllarca fark edemez. Sonuç olarak, kız bir piçin peşinde, esas oğlan da onun farkında bile olmayan kızı peşinde yıpranır durur. Nereye kadar? Bilmiyorum. Ama örneklerini çok sık görüyorum. Ve anlamıyorum neden böyle olduğunu!
Konu konuyu açar, saatlerce bu konularda konuşabilirim sanırım. Ama sonuç asla değişmez. Eğer insanların gözünü boyayacak bir numaranız yoksa, insanların size ayıracak zamanları yoktur. Size şans vermezler bile. Hatta oturup bu konuyu konuşmanıza fırsat tanımazlar. Bu her yerde böyledir, zor yollardan öğreniyorum galiba. Yıldızlar güzeldir, ama birbirlerinden farkı yoktur insan gözünde. Sadece bakmasını bilenler farkı anlayabilirler. O zaman suç, yıldız olanda mı yoksa bakmasını bilmeyende mi? Belki de fark yaratmak lazım, ya da daha iyi bakabilmeyi öğrenmek. Buna siz karar verin.
*The Big Bang Theory - Sezon 1, Bölüm 6 [The Middle Earth Paradigm]
Zora gelmeyi kimse sevmez, hele boyumuzu aşıyorsa bazı şeyler. O yüzden kendi sınırlarımızı biliriz, ya da bildiğimizi sanırız. Neler başarıp neler başaramayacağımız bellidir ya da öyle sanırız. Hele çevremizdekiler bizleri bizden daha iyi tanıdıklarını sanırlar. Bizim sınırlarımızı onlar çizerler. Neyi becerip neyi beceremeyeceğimize onlar karar verirler. Büyük bir küstahlıkla onlara göre “senin için en iyisi” olan şeyleri yapmaya zorlarlar seni.
Zora gelmeyi kimse sevmez. Glen Hansard’ın bir şarkısında* dediği gibi “Boka batmaya başladığında, tek yapmak istediğin kaçmak. (When the shit falls down, all you want to do is run away)”. Belki de bu en iyisidir, belki de bu bir seçimdir. Savaşmamayı, uzaklara gitmeyi ve zorlukları olduğu gibi kabul etmek ve orayı terk etmek. Seni kaçmakla suçlayacaklardır elbet, ama savaşmamayı seçmek kaybetmek demek değildir. Hele uğruna savaşacağın bir şey yoksa ortada, tek yapmak istediğin kaçmak. Yani boka batmaya başlamışsın çoktan! (:
Into The Wild filminin başında Lord Byron’a ait bir söz var; “Severim sevmesine insanı, ama daha çok severim doğayı ( I love not man the less, but the Nature more)”. Milyonlarca insanın hayalini kurduğu ve kurmaya devam edeceği gerçek bir öykü var filimde. İki yıl boyunca yürüyerek dağ tepe dolaşıyor, telefon yok, havuz yok, evcil hayvan yok, sigara yok.. Nihai özgürlük.. Uçlarda yaşayan biri, yolları yurt bellemiş.. Güzellik aşığı bir seyyah.. Doğaya kaçıp insanları kendi kavgalarıyla bırakmak, ve kaybetmeden savaşı, toplumu terk etmek.. Artık toplum onu zehirleyemeyecek, o kaçıyor.. ve vahşi doğada kaybolmak için tek başına yürüyor.. Alexander Süperberduş..
Bize aşılanan her şeyi yapmamız bekleniyor. Çevremizdeki her şey bizi şekillendirmeye çalışıyor. Hepimizin bir bedeli var. Giydiğimiz kazak kadar, sürdüğümüz araba kadar, evlendiğimiz kadının güzelliği ve yaşadığımız evin büyüklüğü kadar saygı görüyoruz. Liseyi bitirmeniz, yetmiyor insanlara.. Üniversite bitirmek de bir bok yapmıyor sizi.. Yüksek lisansınızı nerde yaptığınıza göre adam yerine konuyorsunuz.. Pakete göre değer biçiyorlar artık.. Kutunun içi önemli değil.. Sahip olduklarımızın markası kalitemiz olmuş durumda.. Biz de sahip olduklarımızın orospusuyuz sadece..
Söylenenin aksine bir şeylerin değeri onları kaybedince anlaşılmıyor. Kaybettiğimiz değerlerimizin yokluğunun farkında bile değiliz artık. Hasta bir toplum.. Ölüyoruz yavaş yavaş.. Farkında değiliz..
Yatağınız cebiniz kadar dolu, iş hayatında dayılarınızın sayısı kadar adamsınız, girdiğiniz pahalı mekanlar kadar arkadaşlarınız var, piç bir erkekseniz seviliyorsunuz..vs vs vs..
Ve boka batmaya başladık.. Bense kaçmak istiyorum artık.. Yaşamak istiyorum.. Bazı şeyleri geride bırakmak ve insanları kendi bencil hayatlarına terk etmek..
“Aşktan, paradan, inançtan, ünden, adaletten öte gerçeği ver bana..” – Thoreau
Yıllar eskiyor,
Eskiyor bazılarımız..
Olgunlaşıyoruz,
Ekşiyor bazılarımız..
Büyüyorum ben,
Büyüyor sevdiklerim..
Küçülüyor bazı insanlar.
Zamanla insan küçülür mü hiç?
Napalım, oluyormuş..
Yetmişinde iş bitmez dediğini hatırlıyorum Halit Kıvanç’ın,
Daha onbeşinde işi bitenler tanıyorum..
Gerçekler yetmedikçe hayaller kuruyoruz,
Hayallerimiz gerçekleşmedikçe
Eskiyoruz..
Bense yaşlanıyorum,
Ama biliyorum ki bazılarına inat
Eskimiyorum..
19 Mayıs ’11, Perşembe Saat 22:40
Not. Doğum günümde, depremde önce çiziktirmişim bunları.. Daha yeni buraya koyma fırsatım oldu.. Nice mutlu yıllara bana.. (: iyi ki doğmuşum..
“Zamanın birinde, çok uzak bir krallıkta, güzel bir prenses yaşar. Güzel prenses sarayın bahçesinde altından yapılmış topuyla oynarken, topunu kör karanlık bir kuyuya düşürür. Kuyunun başında çaresizce ağlarken, yanına küçük çirkin bir kurbağa yaklaşır. Kurbağa o kadar iğrençtir ki prenses korkar ve yerinden kıpırdayamaz. Kurbağa sakin bir şekilde prensese neler olduğunu sorar. Çaresizlik içinde olanları anlatmaya koyulur güzel prenses. Kurbağa prensesin altın topunu çıkarabileceğini ancak karşılığında prensesin de onun için birşeyler yapması gerektiğini söyler. Prenses o kadar çaresizdir ki karşılığında ne yapacağını bile düşünmeden kabul eder kurbağanın dediklerini. Kurbağa hemen kuyuya dalar ve çıkarır prensesin ışıl ışıl parlayan topunu. Prensese şartları söyler; prenses kendisiyle birlikte bir gece yemek yiyecek, aynı gece onunla birlikte uyuyacak ve sabah olunca da kendisini öpecektir. Bunları duyan prenses şaşkındır, ama bunları yapmayacağını söyleyerek arkadasını döner ve topuna kavuştuğu için mutlu bir şekilde saraya doğru koşar. Koşarken arkadan kurbağanın yalvarmalarını duyar, içi hafifçe cız etse de aldırmadan koşmaya devam eder. Tam sarayın kapısından içeri girecekken Kralla burun buruna gelir. Bu arada zavallı kurbağacık da nefes nefese saraya doğru koşmaktadır. Kral prensese neler olduğunu sorar, ancak prenses cevap veremeden kurbağa tüm olanları bir çırpıda anlatır. O şefkatli, sevecen Kral birdenbire sinirlenir ve sevgili kızına bağırmaya başlar. Verdiği sözleri tutması gerektiğini, aksi takdirde onu bir daha saraya kabul etmeyeceğini söyler. Zavallı prenses de mecburen o iğrenç kurbağayı eline alır, odasına götürür. O gece Kral, Prenses ve kurbağa birlikte yemek yerler. Sonra prenses kurbağayı odasına alır ve o gece aynı yatakta uyurlar. Sabah olunca da iğrenerek ve korkarak da olsa kurbağayı öper. Tam o sırada beklenmedik bir şeyler olur. O iğrenç, kötü kokulu kurbağa gitmiş, yerine çok yakışıklı bir prens gelmiştir. Prenses karşısındaki bu adamın güzelliği karşısında öylece kalakalır ve hiçbir şey söyleyemez. Prens yumuşacık sesiyle prensese hikayesini anlatır. Aslında büyük bir krallığın sahibiyken kötü bir cadı tarafından kurbağaya dönüştürülmüştür. Büyünün bozulmasının tek yolu ise güzel bir prensesin onu öpmesidir. Kulaklarına inanamayan prenses koşa koşa gidip bunları Krala anlatır. Ertesi gün genç çift çok güzel bir törenle evlenirler, ve sonsuza dek mutlu yaşarlar....."
Birçok kez hiç istemediğimiz, hayatta olmaz dediğimiz insanlar çıkar karşımıza. İstemeye istemeye, olmayacağını bile bile gider yemek yeriz, gece olduğunda onunla uyuruz ve sabah iğrenerek de olsa öperiz onu. Ve karşımızda bir prens veya prenses belirir. Ama bunun tam tersi de olur. Hayatta bazen karşımıza bir prens veya prenses çıkar. İlk görüşte severiz onu, memnuniyetle onunla yemek yer, gece onunla beraber uyamak için can atar ve sabah uyandığımızda onu büyük bir arzuyla öperiz. Ve o anda şunu görürüz ki ilk görüşte çarpıldığımız o prens veya prenses bir kurbağaya dönüşmüş.
Hayat bize çocukken anlatılan hikayelerde gizliymis meğer. Kimi zaman bir kurbağa çıkar karşımıza kimi zaman bir prenses. Ama denemeden hiçbir zaman bilemeyiz hikayenin sonunda kimin güzel prensese kimin iğrenç kurbağaya dönüşeceğini. Üzerimize aldığımız bir gömlek için bile onca zaman harcarken ve defalarca denerken, hayatımıza girecek doğru insanı bulabilmek için acaba kaç tane daha kurbağa öpmemiz gerekli kim bilir? Denemeden bilemeyiz, o kurbağayı öpmeden büyüyü bozamayız..
Bir sebepten dolayı form doldurmam gerekti. ‘’Mesleğiniz’’ kısmına ‘’öğrenci’’ yazdım. El alışkanlığı işte. Şu an bir yerde çalışmıyor olmam İngilizce öğretmeni olduğum gerçeğini değiştirmiyor sanırsam. Eğer doktorsanız, işiniz haricinde bulunduğunuz ortamlarda insanlar size rahatsızlıklarından bahsediyor. Benim için de aynı durum, insanlar neden İngilizce öğrenemediklerini veya nasıl öğrenebilecekleri konusunda konuşmak istiyor benimle. Düşündüm de, haklılar. Çünkü dil öğrenmek benim ülkemde bir sorun, rahatsızlık. Ve çoğu insan bununla nasıl baş edeceğini bilmiyor.
Öncelikle dil öğrenmek nedir onu bilmiyoruz. Türkçe = Dilbilgisi, İngilizce = Gramer, Arapça = Elif Be.
Cidden bir düşünün, hangimiz sabah ekmek almaya gittiğimizde bakkal amca ile tüm dilbilgisi kurallarına uygun, telaffuz olarak kusursuz bir Türkçe ile konuşuyoruz? Ya da anne karnından çıkıp, ilk Türkçe dersimize girene kadar arada geçen 7 sene boyunca biz Türkçe öğrenmedik mi hiç? Hem de hiçbir dilbilgisi kuralını öğrenmeden geçen 7 sene boyunca? Annemizin kullandığı, tamamen kural dışı ‘’adda, bum, öğh, kaka’’ gibi kelimeler iletişim kurmamıza yetmedi mi zamanında?
Ne bakkal amca ile konuşurken, ne okul öncesinde ne de ağzımızdan çıkan o ilk yarım yamalak kelimelerle iletişim kurarken Dilbilgisi (Grammar) kullanmadık. Ama yine de dili edinmeyi başardık. İlk defa İngilizce öğrenmeye başladığınız sıralarda, genellikle ilköğretim 4. Sınıf oluyor sanırsam, bizim önümüze sürülen ‘’he\she\it is alır’’ kalıplarını beceremediğiniz İngilizce öğrenemediğiniz anlamına gelmez. Grammar sadece dilin bir parçası. Sadece dilbilgisi kurallarını bilen bir insan İngilizce biliyordur diyemeyiz. Öyleyse öncelikle yıllarca öğrenemediğimiz o kuralların ‘’Ben İngilizce bilmiyorum, yapamıyorum, olmuyor’’ gibi kalıplarla bizi dil öğretmekten alıkoymasına izin vermememiz lazım.
Sorumun cevabına gelmeden önce, dil nedir bunu bilmemiz lazım. Sadece dilbilgisinden olmadığı konusunda hemfikiriz sanırsam. Dilin birçok yapısı ve becerisi var. İletişim kurarken konuşuruz, dinleriz, yazarız, ve okuruz. Yani sadece grammar ile değil daha farklı becerilerle de uğraşmanız gerekiyor. Tabi bu noktada ‘’yok abi ben iyice caydım bu işten, adama bak grammar yetmiyormuş gibi bir ton daha şey istiyor benden’’ diyerek kapatmayın hemen. Okumaya devam edin.. (:
O zaman dil öğrenmek için farklı becerilerimizi de geliştirmemiz gerekiyor. Ve bunu yaparken oturup ders çalışarak yapmamız da gerekmiyor. İngilizce nasıl öğrenebilirim diyenlere cevabım şu oluyor;
Kullanacaksınız!
‘’Sefa sen bu işin okulunu okumuşsun yıllarca, Amerika’ya gitmişsi, Avrupa görmüşsün’’ diyebilirsiniz. Tabi her gün karşımıza elin Amerikalısı çıkmıyor ki konuşalım, dili kullanıp biraz alıştırma yapalım. Haklısınız. Ama bunlardan daha etkili olan şeyler var, benim için bile.
Öncelikle ana dilimizi nasıl öğrendiğinizi bir düşünün. Daha heceler bile çıkartamıyorken etrafımız sürekli bizimle konuşan insanlar vardı. Uzun zaman boyunca onları dinledik. Zamanla onları taklit etmeye başladık. İlk yarım yamalak cümlelerimizi kurduk. Büyüdükçe çevremiz genişledi ve kelime haznemiz arttı. Konuşmayı ve ihtiyaçlarımızı giderecek kadar Türkçe kullanmayı başarabildik. Yani önce dinledik, sonra konuşmaya başladık. Bunu okul hayatımız takip etti. Önce okumayı sökmemiz gerekti. Zamanla okuma konusunda etkin hale geldikçe yazarak da kendimizi ifade etmemiz gerekti. Yani okuduk ve sonra yazdık. Sonra da dil bilgisini öğrendik. Sıralamaya dikkat ederseniz, öncelikle dili dışarıdan aldık, aldık, aldık, aldık. Ta ki kendimiz üretemeye başlayana kadar. Dinledik ve konuştuk. Okuduk ve yazdık. İngilizce öğrenmeye başlarken ise, dilbilgisi ile başlıyoruz. O zaman burada bir terslik var.
Peki İngilizceyi nasıl öğrenebiliriz?
- Kullanacaksınız!
Okullarımız, eğitim sistemimiz, müfredat, kalabalık sınıfların olması..vs. gibi yetersizlikler yüzünden yeterince kullanamıyoruz belki. Ama günümüzde kendi imkanlarımızı yaratmak hiç de zor değil. İşten veya okuldan çıktınız, eve gidene kadar otobüste geçen zamanınızı yabancı müzik dinleyerek geçirebilirsiniz. Ve bunu her gün yaptığınızda emin olun Dinleme (Listening) becerilerinizi geliştireceksiniz. Hem de oturup ders çalışmadan ya da bir kursa yazılmanıza gerek kalmadan. Telefonunuzun ve Facebook sayfanızın dil ayarlarını İngilizce yapın. Size garanti veriyorum zamanla İngilizce kullanmaya alışacaksınız, İngilizce hayatınıza girmiş olacak. Böylece Okuma (Reading) becerilerinizi geliştireceksiniz. Hala ders çalışmanız gerekmiyor. Hafta sonu film mi izliyorsunuz, altyazılı izleyin. Zaten Türkçe dublajların bir çoğunda eksikler var ( Animasyonlar hariç, onların yaratıcılığına bayılıyorum). Günbegün kulağınız İngilizce konuşmalara aşinalık kazanacak. Ve yine dinleme becerilerinize etki edecek, ders çalışmadan, kursa gitmeden.* Unutmayın, önce çevrenizdeki kaynaklardan İngilizceyi almanız gerekiyor, sonra zamanla üretim aşamasına geçebilirsiniz.
Bununla alakalı bir diğer konu ise, ilgi alanlarımız. Okullarda söyle ödevler veriliyor, Shakespeare’in hayatını araştırın. Konu Shakespeare’in ne kadar iyi bir oyun yazarı olduğu değil benim için, insanların ne kadar ilgilendiği. Onun yerine Cristiano Ronaldo’nun veya Justin Bieber’in biyografisini okumak daha eğlenceli gelebilir öğrencilere. Tabi ki otuz kişilik sınıfta bunu yapmak mümkün değil. Ama kendi başınıza internette takılırken bunu yapmak sizin için gayet kolay. Hiçbir önemi yok; oyun oynayın, Facebook sayfanızda gezinin, kitap okuyun, müzik dinleyin..vs. ama ilgi alanınız neyse onu kullanarak İngilizce ile çevrenizi kuşatın. Bunu sevdiğiniz yoldan yapın. Böylelikle İngilizceyi kullanmış olacaksınız. Ders çalışmanıza gerek yok, kursa gitmenize de. Zaman da sorun değil sizin için. Çünkü boş vakitlerinizde İngilizceyi kullanacaksınız. Kullandıkça da üretmeye başlayacaksınız.
Bir keresinde Doçent bir hocamın fikrini almak istemiştim. Hocama çok fazla yabancı dizi izlediğimi ve bunu İngilizce altyazı kullanarak yaptığı, bunun bana faydası olup olmayacağını sormuştum. O zamanlar 2. sınıftım ve yaptıklarımı onaylatmaya ihtiyaç duyuyordum demek ki. Bana aynen şöyle dedi, ‘’Sana akademik olarak hiçbir faydası yok, zaman kaybı sadece.’’ Bu sene Aralık ayında TEOFL sınavına girdiğim zaman iyi ki onun dediklerini dinlememişim dedim kendime. Eğer onu dinleseydim, sezon sezon bitirdiğim dizilerin zaman kaybı olduğunu düşünecektim ve dizi izleme alışkanlığımı bırakacaktım belki. Ve TEOFL’da Dinleme bölümünden 30 üzerinden 27 puan alamayacaktım. Günün birinde o hocamı tekrar gördüğümde iki çift sözüm olacak ona! Doçent olmuşsun ama……
Her neyse, size bilmem şu kadar zamanda İngilizce öğretiriz şeklinde reklam yapan kuruluşlara aldanmayın. Benim bildiğim en hızlı dil öğrenme hali, 2. Dünya Savaşı sırasında Ajan olarak yetiştirilen Amerikan askerlerinin yabancı dil öğrenmesidir. Ana dili derecesinde yabancı dil öğrenen bu askerler günde 12 saat, haftada 6 gün, 2 yıl boyunca yabancı öğretmenler tarafından eğitilmişlerdi. Tabi ki onların mükemmel olmaları lazımdı, ajan olmak zor olmalı. Ama bizim o kadarına ihtiyacımız yok sanırım. İki sene önce tanıştığım bir Amerikan vatandaşı bana şöyle bir soru sordu, ‘’What are you from?’’ Tam beş kez tekrar sordum ne dediğini, çünkü anlamamıştım. Ama garibim sadece nereli olduğumu soruyormuş. Aynı hayatı ben yapsam, yazılıda puanım kırılırdı. Ama dil böyle bir şey işte. Kalıplara oturtmaya çalışmayın. Yıllarca bize öğretilen ‘’I’am fine. Thank you.’’ Kalıplarının dışına çıkabilmemizin ilk kuralı da, dili birinci kaynaktan öğrenmek. Bunu da izlediğimiz filmlerle, dinlediğimiz müziklerle ve okuduğumuz kitaplarla yapabiliriz.
Dil öğrenmek, Matematik gibi değil. Çok çalışmanız gerekmiyor, ama çok kullanmanız lazım. Siz hayatınıza ne kadar sokarsanız onu, o derece başarılı olabilirsiniz. Kullanma işini her gün yapmalısınız. Bunun da tek yolu günlük hayatımızdaki diğer işleri İngilizce ile birleştirerek oluyor. Bulaşıkları yıkarken bile İngilizce kullanabilirsiniz. Siz önce kullanın, sonra zaten kendi kendinize öğrendiğinizi fark edeceksiniz.
*Ders çalışmakla veya yabancı dil kursları ile bir sorunum yok. İnsanlar yabancı dil öğrenmeyi sadece yurtdışına çıkarak veya iyi kurslara iyi paralar ödeyerek başarabileceklerini düşünüyorlar. Siz öğrenmek için çaba harcamadıkça, Eski Amerika Birleşik Devletleri Başkanı‘’Bush’’ gelse size İngilizceyi öğretemez. Bahse var mısınız? Aşağıdaki linki izleyin o zaman..
Amerikan başkanı bile bu şekilde ''konuşuyorken'' inanın bana ingilizceyi becerememeniz için hiç bir sebep yok.
Günün anlam ve önemine uygun bir şeyler yazmalı mıyım diye düşünüyorum önce. Çünkü bugüne dek o kadar da güzel geçen bir gün değil benim için. Bu yüzden olsa gerek diğer günlerden pek farkı olmadığını düşünüyorum. Aşk üzerine bir şeyler yazmak istedim, ama çok geniş bir konu olduğu için pek yemedi bu konuda bir şeyler söylemek. Hangi taraftan ele alacağımı bilemedim.
Günlerdir çevremde bu günü fazla büyüten insanların sohbetlerine maruz kalıyorum. 14 Şubatta ne yapsak diye o kadar kafa yoruyorlar ki.. ‘’Acaba güzel bir yerlere yemeğe mi çıkarsam kız arkadaşımı?’’, ‘’Sefa, çok güzel bir kol saati buldum erkek arkadaşım için sence beğenir mi?’’, ‘’Biz daha yen başladık, acaba böyle hediye için çok mu erken?’’ gibi konuşmalar çevremi sarmış durumda. Kilometrelerce uzaktan telefonla arayıp fikir soran arkadaşlarım bile var. Reklamlar desen daha beter; tek taş yüzükler, pahalı yerlerde akşam yemekleri, vitrinlerde bugüne özel indirimler vs. Yani sevgi = harcadığınız para. Günün teması bu gibi duruyor. Anlamıyorum, neden böyle olmuşuz?
Bu duruma dar bir açıdan bakmak istemiyorum. Kendi emekleriyle karşısına hediye veren insanlar da var çünkü. Evet, inanması zor ama var. Atkı ören erkekler ve aylarca sevgilisine bugün sürpriz yapmak için pes oynamayı öğrenmeye çalışan kızlar gördüm. Verdikleri hediyeye kendilerinden birer parça katmayı önemseyen güzel insanlar onlar. Ama yine de anlamadığım bir nokta var; neden bugün? Onca zaman birlikteyken neden sadece bugün özel? Sevdiğin insanı her an mutlu edebilirsin, öyle büyük şeylere de gerek yok. Ama insanlar inatla belli günlere sıkıştırıyorlar bu mutluluğu.
Çevrenin yarattığı baskı da çok önemli tabiî ki. O kadar çok sıkıştırıyor ki bu konu bizi, sevdiğimiz için güzel bir şey yapma fikri üzerimize bir vazife olarak yamanıyor sanki. Eğer bunu yapmazsak biliyoruz ki ayıplanacağız. Genellikle, çevre yüzünden karşımızdaki insan o kadar büyük beklentilere giriyor ki, biz istesek de istemesek de bugünde bir şeyler yapmak, içimizden geçse de geçmese de hediye falan almak zorunda kalıyoruz. Yapmadığımız taktirde karşımızdakinin tatmin olmayacağını biliyoruz çünkü. Belki de ilişkimizde hiçbir sorun yokken bize darılacağının farkındayız. Sırf durduk yere böyle bir sorunla karşılaşmayalım diye üzerimize zorla yamanan bu vazifeyi yerine getiriyoruz çaresiz.
Bu soruyu kendimize sormalıyız. Elimizdeki hediye paketini açmadan önce bu hediyenin gerçekten gönülden gelen bir şey mi yoksa zorunluluktan dolayı elimize tutuşturulmuş boş bir kutu mu olduğunu düşünmemiz lazım?
Nedenini bilmiyorum ama düşüncelerimiz o kadar değiştirilmiş ki; normal bir günde sevdiğimiz insan bizi mutlu edecek bir şeyler yaptığında hayırdır diye sorar olduk. Altında sebepler arıyoruz; acaba bir şeyler mi isteyecek benden ya da acaba kötü bir şeyler yaptı da onu mu hafifletmeye çalışıyor. Bu kadar çaresiz olmamalıyız bence. Karşımızdaki insandan beklentilerimiz o kadar törpüleniyor ki, buna sadece seyirci kalıyoruz. Çaresizlikle hareket ettikçe de bu böyle olacak sanırım.
Mutluluk, sevdiğimiz insanın yüzünü güldürmek vs. o kadar zor şeyler değil. Bunlar sadece sevgililer gününe, yılbaşlarına ya da doğum günlerine sıkıştırılmamalı. Ama ne yazık ki insanlar mutlu olmak için böyle günlere ihtiyaç duyuyorlar. Sevgisizlikten ölmek üzereyiz sanırım. Karşımızdaki insanın bizi sevdiğini hissetmeye, bunu kanıtlamaya açız. Bizler buna aç oldukça yakında senede iki kere kutlamaya başlarsak ‘’bu’’ günü şaşırmayın.
Çocukken çok fazla meraklı olduğum için tornavida kullanmayı öğrendiğimde elime geçen her şeyin içini açmaya başlamıştım. Bir keresinde tıkır tıkır çalışan fotoğraf makinemizi tamir etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Makine tekrar çalışmasa bile parçaları eski yerlerine takmayı başarabilmiştim. Her neyse, o zamanlar en çok sökmeyi sevdiğim saatler vardı ve genellikle söktüğüm parçaları geri taktığımda çalışırlardı. Belki bu yüzden olsa gerek saatlerin hayatımda özel bir yeri vardır. Çok ironik gelir bana hep, zaman başlı başına hepimiz için geriye doğru sayarken, saatler ve takvimler devamlı ileriye doğru gider.
Saatler, her çeşidini severim. Yeni tanıştığım insanlarda ilk dikkat ettiğim şey saatleridir mesela. Ama saatler konusunda kendimle ilgili garip bir şey fark ettim. Sahip olduğum saatlerin hepsi birbirinden farklı zamanları gösteriyor hep. Gelin size şu an saat kaç söyleyeyim. Radyolu masa saatim 13:47’yi; köstekli cep saatim 13:45’i; motor desenli köstekli cep saatim 13:42’yi; kinetik çalışan kol saatim 13:44’ü; diğer kol saatim 13:45’i; cep telefonumdaki saat 13:50’yi ve bilgisayarımdaki saat13:40’ı gösteriyor. Üniversitede derslere neden hep geç kaldığımı sanıyorsunuz. Saatlerin suçu.
Saatlerimin bu kadar farklı olması beni düşündürdü doğrusu. Kimi zaman masa saatine bakarak çıkıyorum evden, kimi zaman köstekli saatime.. Peki aradaki dakikalar hiç mi bir şeyleri değiştirmiyor? Bir dakika geç çıksam evden neler kaçıracaktım acaba? Ya da neler gelecekti başıma?.. Kimlerle karşılaşacaktım, nerelere geç kalacaktım, erken gidecektim veya zamanında orada olacaktım? Biliyorum çok küçük hesaplar bunlar ama yine de hayatımızdaki en güzel ya da en kötü olaylar bu şekilde başımıza gelmiyor mu? Bir anlık bir dikkatsizlikle hayatlar yitirilmiyor mu? Ya da hayatımızı kuracağımız o insanla iki dakika içinde tanışmıyor muyuz?
Durgun suya atılan küçük bir taşın giderek daha büyük halkalar oluşturması gibi, kelebek etkisi diyebileceğimiz küçük olayların hayatımızda büyük sonuçlara yol açtığı bir gerçek. Bizlerse bu gerçeği çoğu zaman göz ardı ediyoruz. Olaya buradan bakınca insan kendine acaba diye sormadan edemiyor doğrusu..
Evvel zaman içinde diye başlayan tonlarca hikâye anlatılır bizlere daha küçük yaşlardan itibaren. Çeşitli dersler çıkartmamız beklenir bu hikayelerden; Kül Kedisi, Kurbağa Prens, Pamuk Prenses.. Ana karakterler gibi güzel insanlar olursak bizim de hikâyemiz mutlu sonla biteceği düşüncesi yerleşir beynimize. Sonraları bizler büyüdükçe hikâyeler de büyür ve değişir. Ama bu sefer iyi, ahlaklı karakterler toplumun istediği gibi olan, topluma körü körüne ayak uydurandır. Toplumun kurallarından dışarıya çıkanların sonlarının pek hayırlı olmayacağı mesajı verilmeye çalışılır bizlere. Romeo & Juliet de bunlardan bir tanesi sanırım.
Romeo Montague ve Juliet Capulet birbirine düşman iki ailenin çocukları. Nefretin tam ortasında yasak bir aşk.. Birbirlerine âşık oldukları o ilk dakikalarda bunun farkında bile değillerdir. Ya ailelerinin kurduğu bu düzene ayak uyduracaklar ve birbirlerini bir daha görmeyecekler, ya da kendi seçtikleri yolda ilerleyecekler ve aşkları uğruna ailelerine karşı çıkmayı göze alacaklar. Olaylar geliştikçe yaşamak istedikleri aşk ellerinde çıkar gider ve yaşadıkları toplumun birer oyuncağı olarak çaresizce birbirlerine kavuşmak için çırpınıp dururlar. Ve birleştikleri son yer ölüm yatağı olur.
Yaklaşık 500 sene önce yazılmış bir hikâye değil mi? Ama günümüzde benzerlerine rastlamak mümkün. Binlerce uyarlamasını görebiliriz içinde yaşadığımız toplumda. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin seneler önce yazılmış dramlardan tek farkı gerçek olmaları belki de.
Toplum. Bir ikilem. Bütünleşmemizi mi sağlıyor yoksa köleleştiriyor mu bizi? Anlamış değilim. Ama birer parçası olarak ona ayak uydursak da uydurmasak da mutsuzuz bunu biliyorum. Kendi isteklerimizi elde edemiyoruz. Toplumun şekillendirdiği kalıplara girmezsek dışlanıyoruz, yadırganıyoruz. Ön yargılar yüzünden kendimiz gibi davranamıyoruz. İnsanlar ne der, ne düşünür, ayıplarlar mı? Bu tarz kaygılar içinde bir gün bitiyor ve diğerine uyanıyoruz. Etiketlenmekten korktukça, toplumun eskiz defterine çiziktirilmiş birer figürandan başkası olamıyoruz. Romeo ve Juliet gibi çırpınırken son buluyor hayatlarımız. Ne istediğimiz hayatı yaşayabiliyoruz, ne de toplumun istediği kişi olabiliyoruz. Aralarda kayboluyoruz sadece.
Bizi biz olduğumuz için seven insanlarla değil de, bizi onların istediği gibi yaşadığımız sürece seven insanlarla dolu hayatlarımız. Buna izin verdikçe ne kendi hayatımızda ne de sevdiklerimizin hayatlarında birer fark oluşturabiliyoruz. Duvardaki diğer bir tuğlaya dönüşüyoruz ve yapabileceğimiz en iyi şey daha iyi bir tuğla olmak için kıçımızı yırtmak oluyor.
Peki ne için? Neyin uğruna? Vazgeçtiğimiz onca hayal kimi mutlu etmek için?