2 Kasım 2015 Pazartesi

Konuşmak vs. Yapmak

"Yaşam her ne kadar anlamsız ve boş, her ne kadar ölü görünsede, inançlı olan, enerjisi olan ve sıcaklığı olan adam adım atar ve bir şeyler yapar."


Eskilere dair içimde kaldığını hissettiğim her şey yapmadıklarımdan ibaret. Sevemediklerim, söyleyemediklerim, çalamadıklarım, okuyamadıklarım, gidemediklerim, dokunamadıklarım, tadamadıklarım ve hissedemediklerimden oluşan bir pişmanlıklar ordusu. İçimde uygun adımlarla ilerliyor. İnsan kendi şeytanlarıyla savaşırken bu orduya daha da yenilerini katmamaya özen gösteriyor. Kafamdaki kendimi devireceksem ve kendim olduğumu hissettiğim o Sefa pezevengine dönüşeceksem önce bu orduyu durdurmalı ve güçlenmesine engel olmalıyım. 

Son zamanlarda söylemekten ne denli sıkıldığımı ve artık kendimi hayalini kurduklarımı yapmakla tatmin edebileceğimi anladım. Eskiden olsa bunu yapardım. Bir süre kaybolsam da artık bunu yapmaya devam edeceğim. Buna biraz da olsa ölümün ne kadar gerçek ve kıçımızın dibinde durduğunu anlamak sebep oldu. Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü'nde şöyle yazıyordu; "Bu senin hayatın ve anbean sona eriyor."

Bunları düşünürken yanlış bir yolda ilerlemediğimi biliyorum. Birçok üstadın aynı yoldan geçtiğini biliyorum. Örneğin 150 yıl kadar önce Vincent Van Gogh da aynı şeyleri araştırmış ve kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (Ever Yours: The Essential Letters) konuşmak ve yapmak arasındaki farkı, bir de hayattaki amacını nasıl bulduğunu anlatmıştı.

‘Self-Portrait with Straw Hat’ by Vincent van Gogh


Seneler önce bugün, 02 Kasım 1884, kardeşi Theo'ya gönderdiği mektupta şunları yazdı; 

Eğer bir adam başarmak istiyorsa, arasıra yanlış bir şey yapmaktan, hataya düşmekten korkmamalı. Çoğu insan iyi olabilmenin, zarar vermemek anlamına geldiğini sanır. Ancak bu bir yalandır. Bu herkesi durağanlığa ve aleladeliğe iter. Sana alık alık, aptal aptal bakan boş bir tuval gördüğünde, onun tam üzerine bir şeyler yapıştırmalısın.

Ressama boş boş bakan ve "sen birşey beceremezsin" diyen beyaz tuvalin ne kadar felç edici olduğunu bilemezsin. Beyaz tuvlin aptal bir bakışı vardır ve bu bakış bazı ressamların aptallaşmasına yol açar, onları adeta büyüler.
Birçok ressam bu boş beyaz tuvalden korkar. Ancak boş tuval de gerçek tutkuya sahip, cesaret edebilen ve bir defa da olsa "sen birşey beceremezsin" büyüsünü bozmuş olan ressamdan korkar. 
Hayatın kendisinin de boş, anlamsız, iç karartıcı ve cesaret kırıcı bir tarafı vardır. Hiçlikle boyanmış bir taraftır. Adeta boş bir tuvale benzer. 
Yaşam her ne kadar anlamsız ve boş, her ne kadar ölü görünsede, inançlı olan, enerjisi olan ve sıcaklığı olan adam hayatın bu üçkağıdına kulak asmaz. Adım atar ve bir şeyler yapar. Yaptığı işe tutunur. Kısacı yıkar geçer, çiğner.



Sanırım Bukowski dedemin de söylediği gibi;


Sanırım zamanla öğreniyorum ustaların söylediklerini. 

Öğrendiklerimden en önemlilerinden birini şöyle özetleyebilirim;
Kimesnin aklına gelmeyen fikirler sizin aklınıza gelebilir. Kimsenin çalmaya cesaret edemediği melodiler dudaklarınızdan dökülebilir. Yazılmamış olanı yazmaya yeltenebilirsiniz. Daha önce eşi benzeri yapılamış filmler sizin beyninizi kurcalıyordur. Ve gayet rahat oturup bunlara hayat vermek için biranlık bir gazla elinize aldığınız kağıt kalemle başlayabilirsiniz. Başlamak her zaman en kolayıdır. Cesaret isteyense başladığın işi bitirebilmekte. Yoksa hiç başlama, daha iyi.



14 Ekim 2015 Çarşamba

Kaan Tangöze - Gölge Etme


Günümüzün aşıkları derim ben onlara, ya da çağımızın ozanları. Magazin flaşlarından uzak kalıp, sahne ışıklarında iş yapanlardan. Sabahlara kadar daktilo sesiyle kulaklarını dövüp, mürekkep denen zehri damardan alanlardan. Parmakları nasır tutmuş insanlardan. Birkaç gün uzak kalsa perdelere, nasırları sökülenlerden. Kılıçları kınnda değil de savaş alanında paslananlardan. Hayatları işle güçle değil de, sanatla tüketenlerden. 

Son zamanlarda sıkça soruyorum kendime, biz ne için yaşıyoruz diye. Cevapları da canımı sıktığı için sizinle paylaşmayacağım. Gerek yok sizin canınızı da sıkmaya. Bukowski dedemin demiş olduğu gibi, sevdiğin şeyi bul ve seni öldürmesine izin ver. Hayat ölümcül bir hastalık, hepimize bulaşmış durumda ve hepimizi öldürüyor nasılsa. Ölümlerin en güzeli ise sevdiğin tarafından öldürülmek olsa gerek. Hani o eski filmlerde sevdiğinin kollarında son nefesini veren aşıklar gibi. Daha yüce bir ölüm olamaz herhalde.



Kaan Tangöze bir albüm yapmış, bir dinleyin bence.



13 Ekim 2015 Salı

Neden, Bukowski?

94 yılında öldüğünde senin adını bile duymamıştım doğrusu. Kim olduğunu bile bilmiyordum. O sene bir de Kurt Cobain diye birisi ölmüş, senden 27 gün sonra, 27 yaşında. Onun da kim olduğunu bilmiyordum. Sonralardan öğrendim. 94 senesinden tek hatırladığım kardeşimin dünya'ya gelmesiydi. Benim için en büyük olay buydu. 6 yaşında bir çocuğun senin ölümüne üzülmesini beklememelisin Henry. Seni tanımamamın dışında, o yaşlarda senin yaptığın her şey bana "Öğghk, kaka" diye öğretilmişti; içmek, kadınlar, at yarışı vs. Sanırım o günden bu güne çok yol katettim. Neden, Mr. Chinaski? Neden geldim bu yolları, eğer burada kapana sıkışacaksam?

Bir seneyi çöpe attım farkında olmadan, bilgisayarın geri dönüşüm kutusuna koyup yanlışlıkla silmiş gibiyim. Çok önemli bir dosyayı "Shift+Del" tuşlarıyla yok etmiş durumdayum. Geriye nasıl alınacağını bilmiyorum. Bizim Rıza bilgisayarlardan anlıyor ama söylemez o puşt şimdi. İşi gücü vardır. Hem tanrı değil ya bu adam benim içine ettiğim bir seneyi geriye alsın.

Çok kayıbım Henry, senin kadar yaşayacağımı bilsem bu kadar acele etmezdim. 73 senede 1 nedir ki? 27'de 1 farkediyor oysa. 27 demişken, insanlarım Nirvana'ya ulaşıp buradan göçtüğü yaşlar bunlar. Benimse tek ulaştığım nokta yetersiz bakiyelerden ibaret. Şimdi sen olsan ve bana "Demek yazar olmak istiyorsun?" diye sorsan. Şiiri bilen bilir. O şiiri ne çok sevdiğimi de bilen bilir. Nirvana'ya ulaşamayacağım, bu gece olmaz. Başım ağrıyor. Yolun tümünü gidemeyeceğim, sanırım yola çıkmam lazım önce. Evimin girişinde kendimi tüfekle vurmuş olarak da bulunmayacağım. Bizim burada itler dolu. Çalarlar tüfeği, üzerimdeki kıyafeti. Manşetlere çıplak düşmek istemem. Bu dünya'daki son görüntümün kıçımdaki kıllar olmasını istemem.

Ne yapayım dersin Mr. Chinaski?
Neden, Bukowski? Neden?

Günün birinde görüşmek üzere, ama şimdilik burada kalıp yazdıklarımı bitirmem lazım.


6 Ekim 2015 Salı

If I Go I'm Goin'


A photo posted by S. F. Kırlı (@sfkirli) on

3 Ekim 2015 Cumartesi

Roll the dice




Sanırım nerde hata yaptığımı biliyorum. Başladığım işi bitirmemem benim canımı sıkan. Defteri kapatmamam. Sayfayı çevirmemem. Yolun sonuna kadar gitmemem. Şu tıkanıklığı açacak bir tesisatçı bulmam lazım. Kabız olmuş yaratıcılığımı açmam lazım. Yarı yolda tıkanan şeylere bitirmem lazım. Yapmam gerekenler bundan ibaret. Çözümün böylesine basit oluşunu görüp hala harekete geçmiyorsam da mallık bende demektir, suçu kimseye atamam. Buna dünya da dahil.

A photo posted by S. F. Kırlı (@sfkirli) on

29 Eylül 2015 Salı

Bak Kim Gelmiş!

Sanırım her şeye yeniden başlamam gerek.
Sil baştan değil ama. Silmeye gerek duymuyorum ama her şeye yeniden başlamalıyım.
Yoksa kayboluyorum.
Yoksa boğuluyorum.

Üretmeden geçmiyor hayat. Üretmek fıtratımızda var. (Buraya bir gülücük ekle Sefa.)

Bazı şeylerden kopalı 10 sene oldu. Bazılarına 1 senedir elimi sürmüyorum. Bazıları gibi oluyorum.
(Buraya Nilüfer + Malt Bazı Bazı şarkısını ekle Sefa.)

Bu ayın 27'sinde öykü yarışmasından cevap gelecek. O öykü yeniden şimşekler çakmasına yardımcı olmuştu. Belki de cevap sadece başlamamda. Bakalım artık. Neyse bir çay koyayım bari.

İzmir'de havalar soğumaya başladı ama güneş de açıyor. Hala havana, suyuna ve kızına güvenmiyorum İzmir!

Kalbim Ege'de kalmış olmalı ki bir sene önce geri döndüm bu şehre. Sil baştan değil ama yeniden başladım İzmir'e dair her şeye. Bilenler bilir, az içmedik çimlerinde. Bir keresinde dışarı çıktığım kızın biriyle o çimlerin yanından yürürken kız şöyle küçümser bakmıştı; "Köpekler işiyor buraya insanlar da oturuyor! ıghhgh" demişti. Sonra işim var deyip ayrıldım yanından. Çimlerde oturmanın zevkini bilmeyen bir kızla neyin zevkini sürebilirsiniz ki? Yarın bir gün "Sen işiyorsun bununla" derdi ve küçümserdi adamı. Neyse şu hayırlı Salı akşamı ağzımı bozmayacağım.

Bazıları var ya işte bazıları. Onların çimenleri daha yeşil değil, ne yazık ki çimenleri bile yok. İşte babannemi tanısaydım "Şükretmek lazım" derdi bana böyle bir Salı akşamı ve beraber iç geçirirdik. Ama tanımadım. Babam bile zar zor tanımış annesini, ufak yaşta çimler hakkında büyük düşüncelere giremeden göçmüş gitmiş kadıncağız.

Göçüp gidenler, özlediğim insanlar çok hayatımızda (eklere dikkat burada) son zamanlarda. En nefret ettiğimse insanların teselli ediş şekilleri. Etme kardeşim. Etmek zorunda değilsin. Çimlerde oturmak zorunda değil kimse. Sen kedi videosu izlemeye ve paylaşmaya devam et. (Buraya bir kedi videosu ekle Sefa. İnadına ekle hem de.) Günün birinde gideceğimizi daha iyi anladım son günlerde ama insanlara anlatamadığım şeyse şu: bugünü güzel geçirelim be kardeşim!

Akşam akşam şikayet ve atarlanmalarımla sizleri sıkıntılı dünyama (D büyük yazılır dünyaya önem vermediğini bu kadar belli etme emmioğlu.) davet etmeyeceğim. Güzel şeylerden bahsetmek gerekirse, ateşte beraber kavruldukça, kor ateşte dövüldükçe birbirine kenetleniyor insan. (Mesaj vermesen olmaz zaten.)

Dinlemenizi istediğim bir şarkı var; yine en sevdiğim dostumdan duyduğum aldığım şeylerden biri.
(Diğer biri için Kavanoz yazısını okumanız yeterli)

Yeniden hoşbulduk.
Evet, burada yazmaya geri döndüm.
Evet kitap bitti ama basmadı piçler.
Evet editten sonra yeniden göndereceğim.
Evet artık utanıp sıkılmıyorum bunu söylerken.


18 Ocak 2013 Cuma

- O -


Uyandı.

Yeni bir gün başlıyordu. Eski olan her şeyle birlikte.

Ayaklarındaki sıcaklık hala uyumakta olan kediydi. Onu uyandırmadan yataktan kalkmaya çalıştı. Sessizce yatakta doğruldu. Odaya baktı. Dağınıktı biraz. Terliklerini aradı yerdeki kıyafetlerin arasında uykulu gözlerle ama sessiz ve dikkatli adımlarla. Lavaboya gitti. Yüzünü yıkadı, suyun soğukluğunu hissetti ve aynada kendine baktı. Duş alıp hazırlanması on dakikasını almamıştı. Lacivert tshirtünü geçirdi üzerine. Birşeyler yesem mi diye düşündü. Buzdolabının kapağını açtı üzerindeki fotoğraflara bakmadan. Boşboş baktıktan sonra kapattı. Fotoğrafları yine farketmemişti. Birşeyler yemek istemiyordu.

Masadan anahtarları aldı ve kentkartını kontrol ettikten sonra çıktı evden. Merdivenler aynıydı. Yürüdüğü yol aynıydı. Yanından geçen insanlar aynıydı. Metro aynıydı. Metrodaki bitkin uykusuz yüzler aynıydı. Metrodan indi. Köşede boyoz satan yaşlı amca aynıydı. Mevsim aynıydı. Sokak köpekleri aynıydı.

İşyerine geldiğinde masasına oturdu. Bilgisayarın açılma sesinden başka hiçbir ses yoktu. Sessizce doğruldu. Faturalara gözattı. Bugün yapılacak işlere. Zamanı birkez daha unuttu. Yemek vakti geldi. Birşeyler yedi aheste aheste. Kahvesini içti. Bitiremedi, soğumuştu kahve. Devam etti işine kaldğı yerden. Telefonları cevapladı, insanlarla konuştu. İş arkadaşlarıyla şakalaştı. Devam etti çalışmaya.

Eve dönerken metroda uyuyakaldı. Son durakta uyandığında insanlar bomba varmışçasına boşaltıyordu metroyu. Hepsinin yetişmesi gereken yerler vardı, oysa acele etmedi. Sessizce etrafa baktı yürüyen merdivenlerden çıkarken. İnsanlar aynıydı. Koşuşturmacalar aynıydı. Yüzlerdeki telaş aynıydı.

Eve geldi. Kapının açıldığını duyunca kapıya koşan kediyi gördü. Gülmsedi. Bacağına dolanan kediyle birlikte mutfağa gitti. Mamadan aldı biraz. Balkondaki kaba boşalttı. Suyu da kalmamıştı. Biraz da su ekledi diğer kaba. Televizyonu açtı. En azından biraz ses olsun istedi evde.

Haberler aynıydı. Kavgalar, bombalar, hava durumu ve spor haberlieri aynıydı. Yine bir takım kazanmış diğeri kaybetmişti. Sevinçler aynıydı, üzüntüler aynıydı. Bir türlü bitiremediği kitabı aldı. Okumaya çalıştı. Yapamadı. Uyukluyordu. Telefonun sesine uyandı. Annesiydi. Aynı şeyleri konuştu. Cümleler aynıydı. Annesine olan sevgisi aynıydı.

Saaitne baktı. O’na doğruydu. Saatler aynıydı. Dışarıdaki deniz aynıydı. Bakma gereği bile duymadı. Televizyonu kapattı. Günlüğne birşeyler yazmayı istedi.
“Sensiz birgün daha”

Sensiz bugün de aynıydı. Hayatına baktı. Aynı olan herşeyi bir kefeye koydu. Boş olan diğer kefeye baktı. Havada asılı kalmıştı. Sonra O’nu alıp diğer kefeye koydu. Denge değişmişti. Tüm gün, insanlar, metro, kedi maması, haberler, çalan telefonlar, ciyak ciyak bağıran insanlar, boş boş baltığı buzdolabı ve komşunun durmadan havlayan köpeği havada asılı kalmıştı terazinin kefesinde. Günlüğüne baktı bir defa daha. Bir kelime daha ekledi.

“Sensiz birgün daha bitti”

Az kaldı sevgilim. Gülümsedi. Kalbine huzur yerleşti, dünden kalan bir huzurdu bu. Yarın da burada olacaktı. Huzur aynıydı. Aynı huzur gibi sevgiyi de hissetti. Buzdolabının üzerindeki fotoğrafları düşündü. Herşey aynıydı ama farklı olan sana kavuşacağım zamandı. Giderek tükeniyordu. Sensizlik günbegün azalıyordu. Sensizlik bize yenik düşüyordu bir kibrit misali yanıp yok oluyordu.



28 Kasım 2012 Çarşamba

Another Brick In The Wall - Part II

Günlerdir okul üniformaları hakkında tartışılıyor. Özellikle de sosyal ortamda insanlar fakir ailelerden gelen öğrencilerin haklarını aramaya başladılar. Konu şekil olunca her zamanki gibi şekilci insanlar ortaya atılmaya başladı; "Yazık değil mi fakir ailelerin çocuklarına?" Daha bu uygulama başlamadan öğrencileri ikiye ayırmaya başladılar; fakirler ve zenginler. Bu ülkenin aşması gereken en önemli şeylerden birisi bu; Şekilcilik. Saçımız, sakalımız, kılığımız ve kıyafetimiz. Bu ön yargıları yıkmamız lazım, tabi ki de insana insan olduğu için değer verilmeyen bir ülkede konu çocukların kıyafetleri olunca ortalık karışıyor. Ama bence bu cahil zihniyeti bir kenara bırakıp bu durumun öğrencilere nelere katacağına bakmak lazım.

Toplum olarak o kadar baskı kuruyoruz ki öğrenciler üzerinde, üniversiteye başlayana kadar kendi kişiliğini bulamıyor çoğu genç. Kişiliğini bulup yansıtabileceği tek yer belki de kendi kendine oluşturacağı tarzı. Belki saçlarını uzatmak istiyor ve kendini bu şekilde ifade edebilecek, belki saçını kapatmak istiyor ve kendi dinini gerçekten bu şekilde yaşayabilecek. Ama üniformalar buna fırsat vermiyor. Kendin olamadığın bir üniformanın içerisinde ezile büzüle okumaya çalışıyorsun işte, ne kadar başarabilirsen. Üniversiteye geldiğinde de ne yapacağını bilmeyen, kendini bulamamış, henüz keşfedememiş, sudan çıkmış balık gibi oluyorsun. 18 yaşındasın ve daha nasıl giyinmen gerektiğini de bilmiyorsun, televizyonda beyaz gömlekli takım elbiseli delikanlılar var, bir yandan da çevrende değişik değişik birçok insan. Hangisi olman gerektiği hakkında hiçbir fikrin yok. Sen daha hayata 18'inde başlıyorsun ve henüz kendin bile olamamışsın adam gibi. Giyinmeyi bilmiyorsun. Bu çok berbat bir durum.

Ayrıca bu üniformalar ailelere pahalıya patlıyor. Hangimiz o üniformaları dışarıda da giyebildik ki? Dolabımızın bir köşesine atıldı hep. Çocuklar çabuk büyüyen canavarlar ayrıca. Üniforma alınamadığı için kolları kısa gelen veya başka birinden alınmış üzerine 2 beden büyük gelen eğreti bir ceketle okula gitmek pek de hoş olmasa gerek?

Toplumdaki ayrımcılığın temel sebebi bu üniformalar değil mi zaten? Öğrenci olduğunuz için dışarıda ezildiğinizi adam yerine koyulmadığınızı hatırlamıyor musunuz hiç? Hem şunu hiç düşündünüz mü? Her okulun kendine özgü bir üniforması var. Fen Lisesi'ne giden bir öğrenci ile Meslek Lisesi'ne giden bir öğrecinin yan yana geldiğini düşünsenize? Meslek Lisesine giden birey üzerinde oluşan baskıyı, insanların ona geleceği olmayan tembel biriymiş gibi davranmalarını. Bunlar her gün olan şeyler. Düşünsenize yıllar boyunca üzerinizde o etiketi taşıdığınızı? Belki de üniformaların olmayışı bu tarz davranışların yok olmasına yardımcı olabilir ve Galatasaray'da mı yoksa devlet okulunda mı okuduğuna göre adam yerine koyulmaz insanlar.

İnsanlar bu değişimi sadece 'fakirlik ve zenginlik' konusu olarak algılıyorlar, tek bir boyutu yok bu işin. Lisede fakir olan öğrenci üniversitede değil mi? Hayata atıldığında bu farkı göremiyor mu birey? Kaldığım yurtta bu durumu kaldıramayıp intihar eden bir öğrenci hatırlıyorum. Geriye bıraktığı mektupta çevresindeki insanlar gibi bir yaşam süremediğini, fakir olmayı kaldıramadığını yazan bir öğrenci. Gerçekten fakir olması mı bu intihara sebep olan yoksa toplum olarak kılığı kıyafeti, saçı sakalı o kadar büyük farklılıklar olarak gören ve birbirimizi yadırgayan bizler mi? Gelir seviyesi ne olursa olsun eşit şekilde eğitim verilen bir sistemde yetişmiş olsaydı bu birey belki de bugün hala hayatta olacaktı. Çünkü güzel ülkemde şekilcilik zihniyeti çoktan aşılmış olacaktı. Hem ülkeyi soyup soğana çevirenler takım elbiselerin içine saklananlar değil mi? Bırakın da gelecek nesil bunları aşmış olarak yetişsin. Belki o zaman güzel ülkemde birşeyler gerçekten değişir.

👊🏿 #wall #write #quote #pinkfloyd #anotherbrickinthewall #song #history #music 🎧

A photo posted by giulia (@giuliasfriso) on



Kanser

Gözlerimi açtığımda kendimi hastanede buldum. Buraya nasıl gelmiştim? Burası neresi? Daha da önemlisi neden buradaydım? Hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim ayaklarımı oynatamadığım. Dışarıda deli gibi yağmur yağıyordu. Hava kararmak üzere. Odayı aydınlatan tek şey çakan şimşeklerin ışığıydı. Saatler sonra yanıma bir hemşire geldi, ama konuşamıyordum. Benim uyandığımı gördüğünde yanı başımdaki cihazları kurcaladı, koşa koşa odadan çıktı. Sonra bir grup doktor başıma toplandı. Sürekli olarak bir şeyleri kontrol ediyorlar, kendi dillerinde bir şeyler konuşuyorlardı. sanırım onlar da benim kadar şaşkındı burada oluşuma. Bir süre sonra etrafımdaki telaş duruldu, ama ben hala konuşamıyordum. Ayaklarımı da oynatamıyordum. Tek yapabildiğim aptal aptal etrafı seyretmekti.

O sırada kapıda belirdi herkes; annem, babam ve kız kardeşim. Annem gözleri yaşlı bir şekilde ölümden dönmüşçesine bana sıkı sıkı sarıldı, babam her zamanki gibi duygularını dışarıya vuramadan yanı başımda duruyordu, ara sıra başımı okşamakla yetindi. Bu onun kendince sevgisini gösterme yoluydu. Kız kardeşim hüngür hüngür ağlıyordu, bir taraftan gözyaşlarını sildikçe yerlerini yenileri alıyordu. Hıçkırıklara boğulup tanrıya teşekkür edercesine beni seyrediyordu. Eşimi aradı gözlerim, Selin’i. Oğlumuz neredeydi?

Bir süre sonra doktor geldi yanımıza, babamı dışarıya çağırdı, ona bir şeyler açıkladı. Babam başını yere öyle bir eğdi ki, doktorun sözlerinden sonra başını kaldırmaya gücü yetmemişti sanki. Yer çekimine yenik düşmüş bir şekilde birkaç dakika konuştular, daha doğrusu doktor konuştu babam sadece başıyla onayladı olanları.
Hala bir anlam veremiyordum, neden burada olduğumu da hatırlamıyordum. Sesim çıkmadığı için de kimseye soramıyordum. Etrafımdaki koşuşturmaca beni çok yordu, uykuya dalıyordum yavaş yavaş tekrar uyanamamaktan korkarak. Saatler sonra uyandım yine, kız kardeşim köşedeki koltukta kıvrılmış her zamanki masumluğuyla uyuyordu. Etrafımdaki aletler gitmiş ve beni başka bir odaya almışlardı bile. Dünkü fırtına dinmişti. Sakin bir sonbahar sabahıydı pencereden görünen sadece.

Biraz daha iyiydim bugün. Kendi kendime yatakta doğrulmaya çalıştı, ayaklarımı kıpırdatamıyordum. Bir trafik kazası geçirmiş olmalıyım. Ama hiçbir şey hatırlamıyordum, hiçbir şey. Yine saatler aktı gitti boş bir şekilde, hemşire kahvaltımı getirdi. Kardeşim sakince yemeğimi yedirdi. Bir yandan da bana dün geceyi anlattı. Geç saate kadar annemle babam buradaymış. Onları zar zor ikna etmiş gitmeye, doktorlar bugün birkaç tahlil yapacaklarmış. İyi olmama herkes seviniyormuş. Sessizce dinledim tüm bunları, uslu bir çocuk gibi yemeğimi de yedim. Ama sorular sormanın zaman gelmişti. Neden buradaydım ben? Selin nerde?

Bir isteğim olup olmadığını sordu, çaresizce gözlerine baktım. Halimden anlayıp kağıt kalem getirdi bana. Ezik büzük “bana ne oldu” yazabildim. Parmaklarımı oynatamıyordum resmen. Küflenmişlerdi. Birkaç güzel sözcükle geçiştirmeye çalıştı beni ama sonra yine bakışlarım yenik düşüp anlatmaya başladı her şeyi.

Saatler yine akmıştı, başım yanda tüm olanları kız kardeşimin yorumuyla dinlemiştim. Hatırlayamadığım tüm hatıralar bir filmi izler gibi gözlerimin önünden akıp geçmişti. Hava yeniden kararmaya başlamıştı bile. Artık kalbimin attığını da hissedemiyordum.

7 sene önce bu hastalığa yakalanmıştım. İçimde giderek büyüyen bu kanserle savaşmak için başlarda çaba göstermiştim, her gün olumlu düşünerek bu hastalıktan kurtulabileceğimi sanmıştım. Ama şu anki halimden bu hastalık sorumluydu. Konuşamıyordum, ayaklarımı hissedemiyordum ve en önemlisi ruhumdan hiçbir şey kalmamıştı geriye.

Hayatımdaki her şeyi alan bu hastalığın ilk belirdiği günü hatırlıyorum, ruhumdaki küçük kitleyi. Selin’in tek bir gülümsemesiyle içimde büyümeye başlayan kanseri. İşten erken çıkıp bir demet çiçek almıştım. Selin’e sürpriz yapmak istiyordum. Çalıştığı yerin önünde iş arkadaşı Mert ile sigara içip bir şeyler konuşuyorlardı. Yanlarına gitmedim, İleriden sessizce onları izledim ve o sırada Selin’in gülümsemesini gördüm, Mert’e bakışını. O ufacık bakıştı işte ruhumda beliren kitle. Eve gelene kadar sessizce Selin’i takip ettim. O akşam pek bir şey yiyemedim sofrada. Selin benim için endişelenmişti, işler yoğun deyip kestirip attım. Sessizdim tüm akşam, Selin de üzerime gelmedi. Ufaklığı yatırdıktan sonra yatağa yanıma geldi, sarıldığında ellerinin soğukluğundan başka bir şey hissedemedim. Gün doğduğunda hala gözümü kırpmamıştım.

Ertesin gün iş çıkışına tekrar gittim. Sonraki gün bir daha. Zamanla rutin haline gelmişti bu durum. Hemen hergün onları orada sigara içerken izledim. Bir yandan Selin’in telefonları kurcalıyordum. O işteyken olmayacak zamanlarda arayıp nerde olduğunu soruyordum. İşkillenmiştim bir kere.

Aradan birkaç ay geçmişti. Mert’ten bir e-posta Selin’e. Kız kardeşinin düşününe çağırıyordu. Düğün tarihini bir kenara not ettim. Selin bu davetten hiç bahsetmedi. Düğün’ün olacağı gün annesine gideceğini söyledi. Ben ufaklıkla evde kalmıştım. Hastalık içimde büyümüş, ufak ağrılar acıya dönüşmeye başlamıştı. O gece kırk defa Selin’i arayıp ufaklığı bahane ettim;

“Anane diye tutturdu yine bu, bir versene telefona konuşsun anneannesiyle”
Yerimde duramıyordum. Zaman geçtikçe dışarı çıktığı her durumdan işkillenmeye
başladım.

Ve 6 sene 3 ay önce bugün. Hastalık tüm ruhumu kaplamıştı artık. Selin kız kardeşime gitmişti. Ama onun yanındaydı, Mertle birlikteydi. Bunu biliyordum. Kanıtlayamasam da içimde hissediyordum. Bu düşünce tüm benliğimi sarmıştı. Kanser tüm ruhuma sahip olmuştu artık! Tüm gece bunu düşünerek içmiştim. Deli gibi sarhoştum. Bu gece onları basacaktım, en sonunda yakalayacaktım. Kapıyı Tekmeliyordum resmen. Kardeşim kapıyı açtı. Onu duvara doğru itip evi arayama başladım. Bizim ufaklık oyuncaklarıyla oynuyordu, Selin mutfaktaydı. “Nerde o?” diye bağırıyordum. Deli gibi odadan odaya atlıyordum, kimi aradığımı bile bilmiyorlardı aslında. Selin kolumdan tutmaya çalıştı, onu da duvara ittim. Ufaklık ağlıyordu. Yatak odasını, gardıropları tek tek aradım. Yatağın altına bile baktım. Evin her yerini aradım. Selin ve kız kardeşim anlam vermeye çalışıyorlardı olanlara. Ama ruhumdaki yangın bitmemişti. Selini ve ufaklığı zorla oradan çıkarttım. Apar topar arabaya bindirdim.

Buraya kadar her şeyi hatırlıyordum. Ama kazayı ne kadar istesem de hatırlayamadım. Süratle karşıdan gelen kamyonun altına girmiştim. Selin ve ufaklık oradan çıkamadılar. Bense bu dipsiz uykudan yarım bir şekilde uyanmıştım.

Kanserin yayıldığı tüm bölgeler benden alınmıştı, ve ruhum yoktu artık benim.

Sefa KIRLI

Idea Art Magazine / Kasım 2012





10 Şubat 2012 Cuma

Ölürken Yaşamak

Ölmek isterken farkına vardı yanında ayakta duran küçük kızı. 20lerinde güzel bir kızdı. Elinde küçük bir defter taşıyordu. Muhtemelen rugan ayakkabıları ve hoş bir elbisesi vardı, öyledir ya filmlerde. Kız ona bakmıyordu. Gözleri uzaklara dalmış gün batımını izliyordu. Angela filminden bir alıntı gibiydi o an. Ölmek için bile bir sebebi kalmamış bir adamla, yanında onunla beraber uzaklara bakan küçük bir kız. Paris’te Pont Alexandre III köprüsünde birer heykelcik gibi durdular dakikalarca. Konuşmaya gerek var mıydı?

Tam 40 yaşındaydı adam. Uzun bir hayat geçirmişti kendince. Kız hayatı yeni öğreniyordu, adamsa çoktan geride bırakmıştı. Dakikalar geçti, korkuyordu kıza bir şeyler sormaya. Bekledi sadece. Bekledi. Kafasından binlerce cümle geçiyordu, dudaklarındaysa hiçlik hakimdi. Aşık olmuştu kıza. Gözleri uzaklara bakan bu çocuğa. Ama hayatında belki de ilk defa o bir anı paylaşıyordu başka bir insanla ve korkuyordu kelimelerle bozmaya. Bu an karşısında ölüm sonsuza dek bekleyebilirdi. Yalnız olmamak ne güzel bir duyguymuş. Anlatılamaz. Keşke eve gidip bu anı hevesle anlatacağı birleri olsaydı. Herhangi birileri. Ama zaten hayatında birileri olsa, bu an o kadar güzel gelmezdi.

Kız bir şarkı mırıldanmaya başladı. Second Life Replay, The Soundtrack of Our Lives grubuna ait bir parça. Sözleri tekrarladıkça daha da uzaklara daldı gözleri. Başka bir diyarda, başka bir hayata bakıyordu.

Hala tek kelime çıkmamıştı ağzından. Kravatını gevşetti biraz. Nefes almanın güzelliğini fark etti. Gözleri doldu kızı dinlerken. Sözleri düşündü.

"but somewhere i'll survive
to make you feel alive
so you could all reload
your dreams and all your hopes"

"Ama bir yerlerde hayatta kalacağım
Yaşadığını hissetmen için
Böylece yeniden yükleyebilirsin
Hayallerini ve Umutlarını"


Yağmur atıştırmaya başladı. Ama kız hala ona bakmıyordu bile. Gözleri uzaklarda takılı kalmıştı. Kelimeler ağzından dökülmüyordu. Dakikalar geçmiyordu. Şarkı bitmiyordu. Altlarından akıp giden sular, gözyaşları ve atan kalpleri dışında zaman durmuştu. Hem de öyle bir durmuştu ki, özlemeye başlamıştı. Nefes almak istiyordu. O kızla tanışmak, konuşmak ve sözcükler sarf edip kalbini kazanmak. Ama yeniden korkmaya başladı. Ya giderse, ya bu fırsatı da kaçırırsa hayatından. Tedirginleşmeye başladı. Her an her şeyin olmasından korktu. Acele etmeliydi, biran önce bir adım atmalıydı.

"Lütfen" dedi kız.

Sanki aklından geçenleri okurcasına. Haklıydı. Bu yüzden yalnız kalmamış mıydı zaten. Hayatı hep yakalaması gereken bir tren olarak görmüştü. Ve kovalamıştı. Kovaladıkça kaçırmış, kaçırdıkça yorulmuştu. Ve buraya gelmişti. Kurtulmak için acılarından. Belki de kovalamamak lazımdı. Beklemeliydi. Büyük bir aşkla. Yanına gelip şarkı söyleyeceği günü beklemeliydi. Saatler, günler veya yıllar alsa bile bu. Düşündü sonra, yaşadığı kırk yıla değerdi şu dakikalar. Cebinden iki dal sigara çıkarttı. Yaktı ikisini de kıza uzattı birini. Kız yanına oturdu. Başını usulca omzuna yasladı, saçları aşağıya doğru aktı. Zaman durmaya devam etti. Tüm dünya öldü birden onlar orada yaşlandılar. Koca bir ömrü yaşadılar. Öyle doydular ki hayata. Sessizce izlediler ufku.

Savaşlar devam ediyordu. Aşklar, doğumlar ve ölümler. İngiltere’de bir yerlerde boynunu ipe geçiriyordu bir kadın. Ortadoğu’da kadın olmakla meşguldü bir genç kız. Kanada’da evinin önündeki karları temizliyordu hayata yeni atılmış bir delikanlı. Köpekler havlıyordu birbirlerine. Uzak diyarlarda hastalıktan ölüyordu bazıları. Aşklar meyve veriyordu içilen votkalarda, savaşlar devam ediyordu. Şubat akşamıydı sanırım. Fark etmiyordu. Rusya’da devrilenler konuşuluyordu, Amerika’da ayağa kalkanlar. Bir doktor aşı yapıyordu Afrikalı bir çocuğa. Bir çocuk ağlıyordu hamburgerinde turşu sevmediği için.

Paris’te Pont Alexandre III köprüsünde birer heykelcik gibi durdular dakikalarca. Hayata inat ettiler. Adam anlamıştı her şeyi. Umutlarınız tükendiğinde ve her şeyden vazgeçtiğinizde hayata dönüp bakıyorsunuz ve kendi cilveli edasıyla yaşlı bir orospu gibi devam ediyor dünya dönmeye. Siz dünya’yı izliyorsunuz, o sizden habersiz. Ve vazgeçtiğinizde sahip olmak istediklerinizi görüyorsunuz. Bir kız yaslanıyor omzunuza, birer sigara yakıyorsunuz. Dünya dönüyor. Siz yaşamaya sebep ararken aslında bir sebebe ihtiyacınız olmadığını keşfediyorsunuz. Bir nedeni olması gerekmiyor. Yaşamayı seviyorsunuz. Buraya neden geldiğinizi unutuyorsunuz. Bir nefes daha çekip sigaranızdan ufka bakmaya devam ediyorsunuz.

Angel-a

 2005)

Director:

 

Writer:

 

30 Ocak 2012 Pazartesi

Bal

Şu an tabu oynasak sizlerle, ve elinizdeki kartta yazan kelime “şans” olsa.. Acaba hangi 4 kelime yasak olurdu “şans” için..Benim ilk dördümü yazayım size..

Şans
• Aşk
• Para
• Kumar
• İnsanlar


Şansa inanmaktansa ihtimaller üzerine oynamayı seçeriz. Yüksek ihtimallerle paçayı yırtacağız ya hani. Aşkı, en güzelinden taş gibi olanından isteriz. Sonuçta kazanmak değerli olanı elde etmek sanılır. Karıştırılır. Ama o değeri biçen biz değilizdir. Saçma bir “Alacakaranlık” filmden öğrenilmiştir aşk. O yüzden sanılır ki, nerde uslu durmayan bi bok var oraya gönlünü kondurur insan! Sonrada neden pislik çıktı diye ağlar ve bu içinde hissettiğin acıyı aşkının büyüklüğü sanır. Bozuk bir kasetten gelen yanık arabesk bir parça misali. Filmlerde “star”lar oynar, peki neden yağlı koca göbeği olan yüzü sivilcelerle dolu insanlar oynamıyor bu filmlerde? Düşün bakalım..

Zar tutamazsınız aşkta, o yüzden kuralları yoktur.

Para eşittir mutluluk.
Haksız mıyım?
Evet.
Çünkü değer biçtiğimiz yargıların ne ölçüde bizi tatmin edip etmediğidir para, bunlardan mutluluk beklemekse aptallıktır. Aldığınız yeni kazak sizi mutlu etmez, ama tatmin edebilir. İçinizdeki güzel giyinme arzusunu bastırır. Burada da insanlar yüksek oranlara oynarlar, yastık altına konur, bankada birikir, veya altına yatırılır. Para bir araçtır. Tatmin olmanızın aracı, açlığımızı bastırmanın aracı, rahat yaşamanızın aracı… Peki şansla alakası ne? Anadan babadan zengin doğmak mı? Hayır tabi ki. Para sadece güzel yaşamanızın şansını arttırabilir.

Mutluluğun parayla alakalı olmadığını fark edebilecek kadar şanslısınızdır umarım.

Kumar deyince aklınıza para geliyorsa, emin olun bundan bahsetmeye niyetim yok. Hayatın içindeki kumardan bahsediyorum. Düşünsenize her gün yazı tura atıyoruz ve seçimler yapıyoruz. Bazen oranlar yükseliyor ve bir çift zar gibi 36’da 1 ihtimalle oynuyoruz. Seçimler, getirdikleri ve götürdükleri. Kazanmak ve kaybetmek varsa işin içinde bu kumardır benim için. Ve ballı bebe olmanız lazım kazanabilmek için. Oranlar ne olursa olsun.

Unutmayın, bazen düşeş kulağa hoş gelse bile size lazım olan yek atmanızdır.

En sevdiğim. İnsanlar. Durun bi saniye, bir şarkı açmam lazım. Kurban’dan. İnsanlar. Aşk, para, kumar ve şans. Aslında bu tabu oyununda anlatmak istediğimiz ve bir türlü anlatamadığımız lanet kelime bu olmalı. Ve şansa en çok ihtiyacınız olan konu da bu. Çevrelendiğimiz insanların paraya verdikleri değer değil midir üzerlerindeki etikette yazan fiyatları? Aşık olduğunuz insanın buna değer olabilme ihtimalini sevmiyor muyuz? Her gün kumar oynamıyor muyuz insanlarla? Artık ihtimallerin oranını siz hesaplayın. Ufak bir adımla bile yere yuvarlanıp kafamızı ya da kalbimizi kırabilirken bu dünyada.. Kendimizi daha şanslı ya da şanssız hissedebileceğimiz başka bir konu var mı?

Tamam 6 yüzü olan zarlarla alakalıdır şans, ama belki de karşınızdaki insanın kaç yüzü olduğuyla daha alakalıdır..

Şu an tabu oynasak sizlerle, ve elinizdeki kartlarda yazan kelimeler “aşk”, “para”, “kumar” ve “insanlar” olsa.. Acaba hangi kelime için yasak olurdu “şans”..

Teşekkürler Hande..



一個小幸運 🙆🏻💕 #小瓢兒 #lucky #蟲類最可愛其他都超噁

A photo posted by 守屋幸慈 (@dolly_shouwu0623) on

25 Ocak 2012 Çarşamba

Popo

Note: Az sonra okuyacağınız yazıda aşırı derece KIÇ kelimesi kullanılmıştır. Lütfen küçük çocuklarınızı benim gibi terbiyesiz adamın yazılarından uzak tutunuz!


👏👏👏

A photo posted by Trisha Paytas memes (@trishapaytasmemes) on



Kıçını yırtmak! Bir işi becerebilmek için kıçını yırtana kadar uğraşmak! Karşındaki insana laf anlatmak için kıçını yırtmak! Yeni alacağın telefon için kıçını yırtmak! Yazın görmek istediğin güzel yerlere gidebileceğin tatili hak etmek için kıçını yırtmak! Hoşlandığın kıza kendini fark ettirebilmek için kıçını yırtmak! Fark edince kendini anlatmak için kıçını yırtmak! Sevgili olmak için kıçını yırtmak! Sevgiline doğruyu ve yanlışı öğretebilmek için kıçını yırtmak! Bir işe girebilmek için kıçını yırtmak! Gerekiyorsa yırtılmamış yumuşak kıçları öpmek! Para kazanmak için kıçını yırtmak! Kazandığın parayla kendine bi hayat kurmak için kıçını yırtmak! Komşularına gürültü yapmamayı öğretmek için kıçını yırtmak! Yolda yürürken yanındaki kız arkadaşlarına öküz öküz bakan abazayı öldürmemek için kıçını yırtmak! Senin yerine dayıları sayesinde bir yerlere gelen insanların beyinlerine ‘torpil’ sokup öldürmemek için kıçını yırtmak! Yırtılan kıçını dikmek için kıçını yırtmak!

Evet, beynim patlamak üzere şu an ve daha sonra yırtılan kıçımdan akıp gidecek!

Değer mi peki?
a) Değmez.
b) Değer.


Sizin cevabınız ne bilmiyorum ama birçok şey için değmediğini görüyorum! Peki bu durumda ne yapacağım? Güzel bi fikrim var! Sizlere de tavsiye ediyorum!

Öncelikle uğruna kıçınızı yırttığınız her şeyi bir güzel listeleyin.. Daha sonra o listeyi iki loba ayırın!

Sağ LOB - Uğrunda Kıçımı Yırtmaya Değecekler: Sol LOB - Uğrunda Kıçımı Yırtmaya Değmeyecekler:

Ve ardından DEĞMEZ dediğiniz her şey için kıçınızı yırtmayı bırakın! Aynen sigarayı bırakır gibi! Hayat 4S kuralıyla işliyor ve bazen insanlara ‘Ne halin varsa gör, seninle daha fazla uğraşamam’ demek en güzeli.. Beyin bedava! En azından kıçınızın bir hiç uğruna yırtıldığını görmekten daha iyi!

An itibariyle DEĞER dediğim şeyler için kıçımı yırtmaya devam edeceğin.. Geri kalanlar mı? Çoktan s#ktiri çektim bile onlara! Ve şu an kıçımla gülüyorum hallerine.. (:

Mae West gerçekten haklıymış.
"Hayata bir kere geliyorsun, ama doğru şekilde yaşarsan bir yeter de artar bile"

21 Ocak 2012 Cumartesi

Çorba @#$%^&*

Güzel bi gitar solosu değildir hayatın bize çaldığı her zaman! Hatta inatla o en sevmediğimiz şarkı çalar ve koşup kaçamazsınız oradan! İşte tam da böyle bi anda o hoparlörlerin patlaması için içinizden dua edersiniz bir yandan hayata küfrederken!

Kulaklarınız patasın istersiniz ama patlamaz! Ölmek de çare etmez!

Nedense hep özenmişimdir yalanlarla yaşayan insanlara! Keşke kendimi kandırabilecek kadar aptal olsaydım ben de.. Ama değilim, gözlerimi çevirsem de kalbim biliyor neyin ne olduğunu! Katlanamıyorum bu uykusuzluğa! Keşke gözlerimdeki gerçeklere çektiğim gibi kalbimdeki yalanlara da mil çekebilsem!

Olmuyor!

Küfür etmek istiyorum sokağa çıkıp! Hayatımda canımı sıkan en ufak böceğe dahi, küfür etmek! Bazı insanların kafalarına kazıkla çakmak istiyorum gerçekleri! Çünkü başka türlü anlatamayacağım bazı şeyleri.. Düşünce özgürlüğüne ayıp olur mu yapsam böyle bir şey? Al işte, çelişmeye başladım kendimle.. bir yanda aptal olmayı seçmek isterken, diğer yanda hayatımdaki aptalların beyinlerine kazık sokmak istiyorum!

Delirmek istiyorum!

Deliriyorum da! Ve bunu seviyorum, çünkü akıllı olmak akıl karı değil bu devirde! Aptalların dünyasında uslu durmak aptallık!

Kapa gözlerini şimdi!

Gör beni göreyim seni değil artık devrimiz! Görmediğiniz kadar seviliyorsunuz, gün geldiğinde insanlar da sizin yalanlarınızı, yüksek topuklardaki alçak kişiliğinizi görmemezlikten geliyor ve ödeşiyorsunuz! Alın size eşitlik!

Şimdi açın gözlerinizi! Dibe vurun önce ama harbiden sıçın batırın hayatınızdaki her şeyi, sonra özgür kalın! Kır zincirlerini!

Çorba olsun bu yazının adı, bi bok anlayanınız olursa da haber etsin!


Kayıp.. / lost..

A photo posted by @huseyintaskin on


29 Aralık 2011 Perşembe

İsimsiz

Kaybomaya mahkumuz kazanmayı beceremedikçe..

Birşey farkettim, sınıfımda hala adını bilmediğim bir öğrencim var.. Defalarca sormama rağmen kızın adı aklımda kalmıyor.. kodlamaya çalışıyorum ve yine de unutuyorum bir süre sonra.. Sorun bende miydi acaba, yoksa bazen insanlar aklımızda bile yer edinemiyorlar mı? Çünkü birçok öğrencimin adını daha ilk günden öğrenmeme rağmen o kızın adını hala hatırlayamıyorum..

Farkettim ki, o öğrencim tüm derslerde bir köşeye sinmiş bir şekilde oturuyor. Konuşmuyor, onu derse katmak için uğraşmama rağmen kendini sınıfta görünmez kılmayı başarıyor. 3 ay olmasına rağmen ben de adını öğrenemiyorum..

Aynı durum telefon rehberimde de başıma geldi.. Bazı numaraların kimlere ait olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.. Hoş eski ev arkadaşım gibi sucu'nun numarasısı telefona ''su'' diye kaydedip, sonra da ''kimdi lan bu Su denen hatun'' diye düşünmüyorum ama yine de birçok kişiyi hatırlayamıyorum..

Varmak istediğim nokta şu, kim olursa olsun isimlerin hayatımızda yer edinebilmeleri lazım ki onları hatırlayabilelim.. telefon rehberindeki diğer isimlerden sıyrılabilmeli insan.. Sınıftaki diğer öğrencilerden bir farkın olmalı.. Ve en önemlisi hayatına girdiği insanlar için bir anlam ifade etmeli ki unutulmayalım.. Yoksa isimler silinmese bile, taşıdıkları anlam silinip gidebiliyor zamanla..

Kaybolmaya mahkumuz kazanmayı beceremedikçe..



• || Creative Mind || • #unknown #whoisthis #artist

A photo posted by PARIS || @charcoalalley (@art_for_breakfast) on

3 Aralık 2011 Cumartesi

Bir Çocuk Masalı

Karanlıkta oturmuş bir şeyler okuyorum. Sonra bir hikaye çıkıyor karşıma. Çocukken dinlediğimiz ve anlamadığımız türden bir hikaye. Biz daha çok sonunda ne olduğuyla ilgileniriz ya hani, o yüzdendir filmlerin bi sonu vardır, olay bir yere bağlanır hep. Zaten film olacak kadarı yansır ekrana o hayatlardan. Ama en basit filmleri, en sıradan hikayeleri bile anlayamıyoruz genelde. Bunu biliyorum. Yapamıyoruz.

Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yasayan bir fare vardır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece
mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya baslar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya baslar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkan yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki,
"Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem."


Sen anlamazsın çocuk! Çünkü koca bedeninde bir çocuğun kalbi var hala. Zaman denen büyücü giderek çürütse de etlerini, kalbinde sek sek oynayan küçük bir kız çocuğu var! Çocuk! Saçların giderek ağarsa bile, toplumun giydirdiği kaplan postu ile üstlerine çıksan da merdivenlerin, sen hala çamurlu elleriyle üstü başı kirli, dizleri yara bere içinde küçük bir çocuksun. Büyümeyecek kalbin, değişen sadece yüzündeki çizgiler. Aynaya her baktığında kaybolan ışık değil, cansız bedenin olacak. Daha zamanın var çocuk.

Büyümek hiç iyi bir şey değil, keşke o korkak çocuk kalsan sen de! Ne yaparsa yapsın gözlerindeki o korkuyu alamasa zaman denen büyücü. Ve sonunda seni eski haline döndürse. Ve dese ki; “Sen cesaretsiz ve korkak bir çocuksun! Sende sadece bir çocuğun yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.”

Ve biz bu hikayeyi anlamasak, bizi tek ilgilendiren kısmı sonunda yine çocuk olacağımız olsa. Zamana karsı aptala yatsak, yer mi dersin çocuk? Yeterince korksak, o da pes eder mi büyücü gibi? Ne dersin çocuk? Yatma vakti gelmedi mi?

27 Ekim 2011 Perşembe

Son Kullanma Tarihi.

Genelde dikkat etmez insanlar aldıkları ürünün son kullanma tarihine. Bayat olup olmadığına da bakmazlar, paketin içini de göremezler haliyle. Ayrıca aldıkları ürünün zararlı olup olmadığını da önemsemezler. Bize kaç kalori enerji verecek, yağ oranı ne kadar gibi önemli noktalar da atlanır hep. Etiketin üzerinde yazan fiyattır önemli olan. Cebine uygun mu bakalım? Ya da o ürünün fiyatı senin fiyakana yakışır mı? Bu da kalite konusunun önemsizliğini gösterir; markalara tapılır sadece.

Ne yapsın insanlar?

Genelde dikkat etmez insanlar hayatlarına aldıkları insanların son kullanma tarihine. Bayat olup olmadığına da bakmazlar, paketin içini de göremezler haliyle. Ayrıca hayatlarına aldıkları insanların zararlı olup olmadığını da önemsemezler. Bize kaç kalori mutluluk verecek, içerdiği yalan oranı ne kadar gibi önemli noktalar da atlanır hep. Etiketin üzerinde yazan fiyattır önemli olan. Cebine uygun mu bakalım? Ya da o insanın fiyatı, mevkisi senin fiyakana yakışır mı? Bu da kalite konusunun önemsizliğini gösterir; markalaşmış içinde insan olmayan kıyafetlere tapılır sadece.

Ne yapsın insanlar?

İnsan karnı açken ne yediğini pek düşünmez. Tek derdi karnını doyurmaktır. İnsan kalbi açken kimi sevdiğini pek düşünmez. Tek derdi hayatındaki boşluğu doldurmasıdır. İşte insan bu kadar aç ve yalnızdır çoğu zaman.

13 Eylül 2011 Salı

Odtü'lü Dönerci Uncle Ramiz Dayı'nın Tuhaf Hikayesi..

The Curious Case of Donerci Uncle Ramiz Dayi from Metu

Not: Şimdiki anlatacağım hikaye gerçek bir yaşam öyküsünden alınmış olup, özel hayata herhangi bir zarar vermemek için Kişi isimler değiştirilmiştir.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Ramiz adında bir genç yaşarmış bu güzel ülkede. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Elektrik ve Elektronik Mühendisliğini kazanmış, daha 18 yaşında. Tüm hayallerini bir valize toplayıp yıllarca yaşadığı küçük ilçesinden, ailesinden ve sevdiklerinden ayrılarak kazandığı okulun yolunu tutmuş bizim Ramiz efendi. İlk senesinde uğraşmış, didinmiş ve okulunun yabancı dili olan İngilizce’nin altından girmiş üstünden çıkmış. Devamında ailesinden gelen parayla kıt kanaat geçinse de, 4 sene boyunca kendi alanı üzerine tüm derslerinden başarıyla geçmiş, üstelik çoğu okulda bu dersler Türkçe anlatılırken, onlar tamamını İngilizce olarak görmüşler. 3.26 gibi (4 üzerinden) güzel de bir not ortalaması varmış.

Bahar aylarının sonunda mezun olmuş okulundan. Eğitim asla bitmez diyerek kep atmamışlar. Elinde ODTÜ Diploması ile okulun kapısından çıkarken aklında bir ton hayal varmış. Böyle güzel bir okuldan, böyle güzel bir başarıyla mezun olduğunda sıra Yüksek Lisans yapmaya gelmiş. Zamanında Akademik Lisans Sınavı olan LES’e girmiş ve çok güzel bir puan almayı başarmış. ÜDS’den de 97 gibi bir puan alarak önündeki tüm engelleri kaldırmış genç Ramiz.

Kendinden o kadar eminmiş ki, tüm yeni hayallerini valizine yüklemiş ve gururla ailesinin yanına dönmüş. Yaz boyunca ne kadar üniversite varsa başvurmuş. Alanında daha da ilerlemek için yapabileceği her şeyi yapmış ve başlamış sonuçların açıklanmasını beklemeye. Bir süre sonra bunu aramışlar kendi okulundan, mülakat’a çağırmışlar. Amcasının oğlunun düğününde giydiği takım elbiseyi bir güzel ütülemiş annesi, güzel bir de kravat almış bizimkisi cep harçlığı ile ve yine düşmüş Ankara yoluna.

Mülakata girmiş tüm o çocuksu heyecanı ile. Tüm soruları da yanıtlamış soğuk soğuk ter dökse de. Komisyondaki tüm hocalar tebrik etmişler onu. Artık eminmiş kazanacağından. İki sene daha okuması her ne kadar ailesine yük olacaksa da, tüm ailesinin geleceğini kurtarabilmek, ileride kız kardeşinin okul parasını çıkartabilmek adına bunları göze almak gerektiğini biliyormuş.

Sonuçların açıklanacağı tarih geldiğinde koşa koşa gitmiş okula, büyük bir heyecanla. Ve görmüş ki, pohpohlanmış sadece bunca zaman. Kendinde çok daha düşük puanı olan YEĞEnler alınmış okula. Hocaların ve tanıdıkların yeğenleri. Sonra bir şirkete başvurmuş. Olmamış o da. Oraya da girememiş, çünkü yokmuş şöyle ta**aklı bir DAYIsı. Sonra baksa okullara, başka şirketlere koşturmuş ODTU diplomasi ile. Orada da aynı. Her yerde aynı.
Kafası atmış bizimkinin bir süre sonra. Önce kendinde aramış suçu, yetersiz miyim acaba demiş. Ama alakası yok. Bilgi desen var, notlar desen gayet başarılı.

O gün anlamış bu işler nasıl işler. Ve çekmiş gitmiş uzaklara. Londra’ya yerleşmiş. Önce üç beş garsonluk işinden sonra, kendi döner dükkanını açmış. Geçmiş ocak başına. Diplomalı dönerci olmuş. Zamanla büyütmüş işlerini. 2 ev almış kendine, birini kiraya vermiş. Kendi alın teriyle hem de. Altına arabasını da çekmiş en güzelinden. Dünya’yı da dolaşmış. Türkiye’de yıllarca çalışıp alamayacağı şeylere sahip olmuş.

O gün bugündür orada yaşıyor Odtü’lü Uncle Ramiz Dayı. 10 sene olmuş. Sağlığı sıhhati yerinde. Kız kardeşini de almış yanına, oralarda en güzel okullarda okutmuş onu da. Bir gelecek kazanmış kız kardeşi de. Çalışmalarının hakkını almış en azından.

Gökten 3 elma düşmüş. Biri DAYIlara, biri YEĞENlere, bir diğerdi bu işlerden pay çıkaran kişilere girmiş. Ramiz gibi, siz gibi ve biz gibilere bir şey kalmamış yine anlayacağınız.

Bu ülkede durumlar böyle oldukça, biz daha çok diplomalı dönerci yetiştiririz. Biz daha çok beyin göçü veririz. Sonra da neden bir milim ilerlemiyor bu ülke diye oturur birbirimizi suçlarız.

Hadi afiyet olsun cümlemize..

#döner #dönerci #dönercihamdiusta #odunateşi #közde #gurmem #şanslıkonuk

A photo posted by Mangaldaki Kül (@mangaldakikul) on

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Bozuk Paralar

Tamam. Belki de çok fazla dikkatinizi çekmeyecek bir konu ama olay tamamen bakış açısında saklı. Çoğu insan yere düşen bozuk paraları almaya tenezzül bile etmez. Marketlerde para üstü ufaklıkları almak için ayıracakları birkaç saniyesi olmayan insanlar bile görmüşüzdür. Hatta sırf "cebinde ağırlık yapmasın" diye dilencilere bozuk para verenler var. Artık büyüdüğümüz için olsa gerek pek fazla önemi yok bozuk paraların hayatımızda. Cebimizdeki ağırlıklar, kurtulmamız gereken fazlalıklar gibi geliyor bize.
.
Ama hani derler ya insan nerden geldiğini unutmamalı diye, şöyle bir düşündüm de küçük bir çocukken hayatımızın önemli birer noktasıydı o bozuk paralar. Çok şeyler öğrenmişiz onlardan.
.
Mesela fırıldak misali en uzun kim çevirecek diye yarışmadınız mı? 3 adet bozuk parayla okul sıralarının üzerinde futbol oynamadınız mı? Ben çok oynadım.Bozuk paralarla oyunlar kurmuşuz. Futbol maçlarında oyuna ilk hangi tarafın başlayacağını belirlemek için yazı tura atardık. Hayattaki şans unsurunu öğretmiş bize o yazı turalar. Daha da eskiye gidersek koşa koşa bakkala gittiğimiz, ve afiyetle yediğimiz dondurmalar, cipsler ve abur cuburların bedeli olan para 5.000 tl ve 2.500 tl'lik bozuk paralar vardı. O yaşta bir çocuğun sahip olabileceği bir hazine. Bisikletimizin tekerini şişirtmek için harcamadık mı bozuk paralarımızı? Para biriktirmeyi, ve abur cuburdan daha büyük şeyler almayı o bozuk paralarla öğrenmedik mi? Kendi çapında micro ekonomi. Saymayı da onlarla öğrendik, hayallerimizi gerçekleştirmeyi de.
.
Unutuyordum bak, ders aralarında en büyük keyiflerden biri bozuk paranın üzerine bir parça kağıt koyarak karalamaktı, sonra o baskıyı kesip kendi çapımızda kalpazanlık yapardık. Çocukluk işte. (:
.
Babamdan öğrendim bozuk paraları biriktirmeyi, kendi çapımda bir koleksiyonumuz var işte. Şu an kardeşim Kıvanç'ın himayesinde olsa da, genişletmeye devam ediyoruz o koleksiyonu.
.
Bozuk para deyip geçmeyin, daha küçük bir çocukken bile bunca şeyi öğrendik onlarda ve hayatımıza farklı farklı şeyler kattı. Onlarla büyüdük bir bakıma. Hayatımızdaki küçük şeylerin bizleri nerelere getirdiğini, bizleri kimlerle tanıştırdığını bilemezsiniz. Kelebek etksi işte. Kim bilir belki de sizleri alıp güzel insanların hayatlarına sokabilir birkaç tane bozuk para.
.
Hayatımızdaki küçük şeylerdir bizleri büyük yapan.
.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Dünya'nın Yolları

İki kapılı bir handa yürüyoruz gündüz gece. Yol o kadar garip bir şey ki, sürekli olarak yol arkadaşlarımız değişiyor. Yollar yaşlı bir çınar ağacının kökleri gibi birbirine geçmiş sanki. Yollarımız kesişiyor ve ayrılıyor. Bazen öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki, tabiri caiz ise bizi kötü yollardan alıp daha iyi olanlara yönlendiriyorlar. Bazıları bize çelme takma çabasındalar. Bazıları bizi takip ediyor, bazen de biz bazılarını. Bazen yolu uzatıyoruz gereksiz yere, bazen kestirmeden gidiyoruz. Kimileri koşturuyor, kimileri aheste.

İşte bir yolculuğun daha sonuna geldik. İzmir’deki ev arkadaşlarımdan ayrıldım, ya da onlar benden ayrıldılar. Yollarımız ayrıldı. Belki yine birleşecek, belki de bir daha asla birleşmeyecek. Bilmiyorum.

Yolculuğun doğal bir sonucu olarak dokunduğumuz hayatlardan bir şeyler kapıyoruz hep. Güzel, çirkin, iyi, kötü, az, çok.. Bu da yolun keyifli kısmı. Ben kimim sorusunun cevabı. Unutmayın çevremizdeki insanlar kadar güzeliz her zaman!

Yolculuğuma bakınca görüyorum da öyle insanlar var ki, eğer onlarla tanışmamış olsaydım şu an nerde olacaktım kim bilir. Ya da benimle tanışmamış olsa onlar nerede olacaklardı. Bunları düşündükçe, yaşadığım her günün mucize olduğuna inanmamak elde değil. En azından bunu görebilecek kadar şanslı olmak, yürümeye değer.

Dönüyor durmuyor dünya. Yürüyorum gündüz gece.

Yanınızda yürüyen insanlara bir bakın, sonra yürüdüğünüz yola. Kendinize “ben burada ne arıyorum?”, “benim burada ne işim var?” diye sorduğunuzda kendinizden emin bir şekilde kendinizi oraya ait hissediyorsanız doğru yoldasınız demektir. Emin adımlarla ilerlemeye devam edin. Eğer aksini hissediyorsanız hemen ışıklardan sonra sola dönün, yürümeye devam edin.

Bu sizin yolculuğunuz. Kaptan sizsiniz.
Defter size iyi yolculuklar diler.

Bir sonraki durak Amerika.

Lindas fotografias de por ahí ♥ #vacaciones #miami

A photo posted by Cami Cruz (@cami_kiuz) on

18 Haziran 2011 Cumartesi

Aynı Adam, Aynı Kadın ve Aynı Hikaye

Yok arkadaş, ben bu kadın erkek ilişkilerinden bir bok anlamıyorum. Böyle midem bulanıyor, elim ayağıma dolaşıyor. En güzel duygularımı en boktan cümlelerle, en boktan şekilde anlatmaya başlıyorum. Sözcükler ağzından zorla çıkıyor. Gören de silah zoruyla söyletiyor sanacak beni. Terliyorum, üşümeye başlıyorum. Anlayacağınız benim işim değil bu.

The Big Bang Theory’nin bir bölümde* Penny evinde kostüm partisi veriyor. Meşhur Cadılar Bayramı. Her neyse, Penny sarhoş bir şekilde Leonard’ın yanına geliyor, onunla dertleşiyor. Yakınlaşıyorlar, ve Penny Leonard’ı öpüyor. Leonard Penny’e dünden aşık zaten, kızın haberi yok ama şöyle bir dialog geçiyor aralarında;

Leonard: Bu gece ne kadar içtin?
Penny: Sanırım…..çok fazla.
Leonard: Sarhoş olmanın ve Kurt’e (Penny’nin eski erkek arkadaşı) kızgın olmanın beni öpmenle bir alakası olmadığından emin misin?
Penny: Olabilir. Sen cidden zekisin.
Leonard: Evet, lanet olası bir dahiyim.
Penny: Leonard sen harikasın, neden tüm erkekler senin gibi değil?
Leonard: Çünkü eğer tüm erkekler benim gibi olsaydı insan ırkı hayatta kalamazdı.

Ve Penny gider. Shit! Neden böyle olmak zorunda? Bu kızların neden piç erkeklere karşı eğilimi var? İlla fark edilmek için saçma sapan girişimlerde mi bulunmak gerekiyor? İlla "4S" kuralını mı uygulamak lazım?

Sanırım Leonard gibi efendi erkekler pasif kalıyor her zaman. Düşünceli davrandıkça ters tepiyor kızlarda! Yaramaz olanlarla uğraşmak, yoldan çıkmış olanı düzeltmek daha bir cazip geliyor onlara. Örnekleri film olmuş bile, Issız Adam, Kaybedenler Kulubü..vs. Nerde çıkıntı herif var gider ona aşık olur esas kızlar. Sonra da ağızlarının payını alıp otururlar yerlerine. Çıkıntı olan adamla olmayan arasındaki tek fark girişimcilik bence. Cahil insan daha cesurdur her zaman. Önlerine gelen her fırsatı değerlendirebileceklerini düşünürler, her kızı tavlayabileceklerini. Ama aklı başında adam, şöyle bir durur, ölçer ve tartar. Neyi yapıp neyi yapamayacağını hesaplar. Bu arada da lavuğun biri kızı alır götürür.

O zaman burada yanlışı yapan girişimi davranamayan değil de, önüne atlayan adamın paketine aldanıp acele karar veren kız oluyor. Yanlış sebeplerle yanlış insana aşık olduğu yanılgısına kapılan kız. Sevilebilmek, ilgi çekebilmek ve karşısındakini elde edebilmek için bekler, çabalar ve yıpranır. Oysa orada durup, ondan gelecek küçük bir güzelliği bekleyen erkeğin farkında bile değildir. Belki yıllarca fark edemez. Sonuç olarak, kız bir piçin peşinde, esas oğlan da onun farkında bile olmayan kızı peşinde yıpranır durur. Nereye kadar? Bilmiyorum. Ama örneklerini çok sık görüyorum. Ve anlamıyorum neden böyle olduğunu!

Konu konuyu açar, saatlerce bu konularda konuşabilirim sanırım. Ama sonuç asla değişmez. Eğer insanların gözünü boyayacak bir numaranız yoksa, insanların size ayıracak zamanları yoktur. Size şans vermezler bile. Hatta oturup bu konuyu konuşmanıza fırsat tanımazlar. Bu her yerde böyledir, zor yollardan öğreniyorum galiba. Yıldızlar güzeldir, ama birbirlerinden farkı yoktur insan gözünde. Sadece bakmasını bilenler farkı anlayabilirler. O zaman suç, yıldız olanda mı yoksa bakmasını bilmeyende mi? Belki de fark yaratmak lazım, ya da daha iyi bakabilmeyi öğrenmek. Buna siz karar verin.

*The Big Bang Theory - Sezon 1, Bölüm 6 [The Middle Earth Paradigm]